![](https://edebifikir.com/medya/kuslar.jpg)
– Anne.
Bağırmadım. Bağırmadan söyledim, bağırmadan seslendim. Anneme. Zaten duymak isteyene bağırmak saygısızlık olur. Annem beni duymak ister ve hep duyar. Annem yavaş yavaş gelip kapının önünde birkaç saniye bekledikten sonra, birkaç saniyede kendini toparlar annem, belki üstünü başını, belki halini duygularını, bilmem, birkaç saniye bekledikten sonra girer içeri.
– Oğlum, uyandın mı güzel oğlum!
Bu bir soru değil bunu herkes bilir, bu uyandığını fark edemedim, şimdi gördüm demek. Annem beni hiç üzmek istemez, bunu bilirim. Belki bütün anneler böyledir, bunu bilemem.
– Bastonumu uzatır mısın anne, elimi yüzümü yıkayıp geleyim.
Annem bastonuma her uzanışında, annem bastonumu bana her uzatışında utanır sol bacağından, ben bunu da bilirim. Allah’a ömründen alıp evladının ömrüne vermesi için yalvaran anneler gibi hastaneler önünde… Anneme zor gelir bastonumu bana vermek, bana bastonumu vermek. Bana arkasını döner dönmez tavana bakar gözyaşı düşmesin diye yanağına. Ben maalesef bunu da bilirim. Bana da zor gelirdi eskiden. Ama neydi; insanoğlu her şeye alışır.
– Buyur oğlum, hazırladım zaten sofrayı, haydi elini yüzünü yıkayıver de gel sofraya. Yıkayıver… Annem bunu kasıtlı söylemez, bunu bilirim. Ama yıkayıvermek fiilinin çabukluk eki çelme takar her seferinde sol ayağıma. Her seferinde takılırım, her seferinde bükülür zaman, ağırlaşırım, adımlarım da ağırlaşır. Sabah zaten hüzünlüdür. Bunu herkes bilir, geç uyanma imkânı olan sülalesi rahatların uydurmasıdır gece hüznü. Geç uyandıkları için uyku tutmaz bunu hüzün sanırlar. Geç uyanma lüksü olmayan, gece uyumaktan başka çaresi olmayan, kaçışı uyumakla mümkün kılan nicesi bilir ki hüzünlerin en büyüğü sabah gelip dolanır ayaklarınıza. İşte bu hüzün gelip ayaklarıma dolanınca onunla tek ayakla baş etmek zorunda olduğumdan bana daha ağır gelir sabahın hüznü. Ağır ağır yıkayıp gelirim sofraya elimi yüzümü. Annem bastonumun sesini duyunca doldurmaya başlar çayı bardaklara. Anca gelirim zaten, bunu annem bilir. Sofada beni görünce gülümsemeye başlar.
– Gel oğlum, hamur kızarttım sana, yiyelim soğumadan.
Soğumuştur çoktan ama buna sebep göstermez beni annem. Soğumadan der. Soğuduğunu dile getirse üzülürüm, bunu bilir annem. Ben böyle de üzülürüm aslında, bunu bilmez annem. Annem üzüldüğümü bilmeyince daha az üzülürüm. Annem bunu da bilmez. Soğutmadan yaptık kahvaltımızı. Kahvaltıdan sonra annemin işleri bitmez. Benim işim yok. Ben de giyindim ve çıktım, yürüyeyim biraz diye. Annem çok sevindi ben çıkınca, yürüyeyim biraz diye. Yürüdüm. Yürürken nereye gideceğimi düşünmedim, sadece yürüdüm. Tüm yakın zamanlarımın aksine insanların bana bakıp neler düşüneceğini de düşünmedim, sadece yürüdüm. Acıyarak bakanlara, yürümemi hadsizlik sayanlara aldırmadım, sadece yürüdüm. Oruç Aruoba bizim buraları bilmiyor galiba. Yol bitti. Ben yolun sonunda kalakaldım yol bitince. Uçurum mu bilmem yüksekçe bir yer. Kalakaldım. Sol ayağım adım atacak oldu yolun sonuna, sonun sonuna, tuttum. Saçmalama dedim, dram filmi mi çekiyoruz. Sonra oturuverdim uçurumun kıyısına. Oturuverdim, çabuk yaptım, evet. Oturur oturmaz bağırdı iç sesim. Eyvah! Nasıl kalkacaksın şimdi ayağa. Yolun sonuna gelince insan ayağa kalkmaya ihtiyaç duymaz dersem çok romantik olur diye böyle bir şey söylemedim. Sakin görünmeye çalıştım kendime ama yapamadım, nasıl kalkacağım şimdi ayağa. Neyse, dedim oturdum bir kere. Belki biri geçer, beni görür belki biri. Bunu içimden geçirince içim… Bunu içimden geçirmek bile… Bunu siz bilemezsiniz. Birinin geçmesini beklemek, birinin beni görmesini beklemek, öyle zor. Ne kadar oturdum orada oturduğuma pişman olarak, bilmiyorum. Bir karartı görür gibi oldum. Ben bana oyun mu oynuyorum, korkmayayım diye emin olamadım önce. Biraz daha baktım, evet bir karartı, yaklaşıyor, yaklaştıkça aydınlanıyor. Şimdi seçebiliyorum, iki kişiler, biri büyük biri çocuk. Yavaş yürüyorlar, yavaş yürümek zorunda değiller, böyle tercih ediyorlar. Mutlular, gülümsüyorlar birbirlerine. Anne ve kızı galiba, şefkatle bakıyor kadın, sevgiyle karşılık veriyor küçük kız. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar bana. Onlar yaklaştıkça ben daha da kalkamaz oluyorum yerimden. Gömülüyorum olduğum yere, yerin dibine girmek gibi biraz. Ama gömülmek, bilirsiniz, daha ağır. Yaklaştıkça onlar fark ediyorum ki, anne olan, anne sıfatıyla özdeşleştirdiğim, Nazan. İlkokulda daha fenmiş, biyolojiymiş bilmeden bana kalbimin yerini öğreten Nazan. Okuldan çıkıp eve gelince, anne benim şuram çok ağrıyor dediğimde, annemin telaşla muhtarı çağırdığı, hemen hastaneye gittiğimiz, çok iyi olduğumu öğrendiğimiz. Hiç iyi olmadığımı gördüğü annemin. Annemin Nazan’ı hiç bilmediği, annemin Nazan’ı hep bildiği.
– Mustafa, sen misin?
Ne yapacağım şimdi. Sesi hâlâ neşeli. Hâlâ içi gülüyor gözlerinin. Ne diyeceğim… Ne demeliyim…
– Nazan…
Öyle mi denir. Anlayacak şimdi. Tanımamış gibi yapsaydım keşke. Gördü mü acaba bacağımı. Bana bakan herkes gibi önce bastonuma sonra da olmayan bacağıma mı baktı acaba o da. Neden yere baktım. Nasıl bakmam gözlerine. Niye kaçırdım gözlerimi. Yanındaki kızı mı acaba? Ne kadar da benziyorlar. Belki değildir. Kızı. Bir kızın annesine benzerliği bu benzerlik. Anlamış mıdır acaba onu unutamadığımı. Hâlâ beklediğimi, belki yakınımdan geçer diye, belki beni görür diye.
– Çok uzun zaman oldu görüşmeyeli, tanıyamayacaktım neredeyse.
Neden hiçbir şey olmamış gibi, annen benimle konuşmanı yasaklamamış gibi, gitmemişsin gibi, üzerime çığ düşmemiş gibi, babam o çığın altında kalıp ölmemiş gibi, ben o çığın altında kalıp… Bacağımı kesmemişler gibi… Neden Nazan… Niye bu kadar…
– Evet, ben de hayli zor tanıdım.
Yalan söyledim. Hiç zorlanmadım, hemen tanıdım. Ben seni tanımakta hiç zorlanmadım. Küçükken de öyle olduydu, seni görür görmez tanıdıydım, seni tanır tanımaz kendimi…
– Nasılsın Mustafa?
İyi değilim, bastonumu ve olmayan bacağımı görüp görmediğini merak ediyorum. Bana baktığında ne gördüğünü merak ediyorum. Yanındaki küçük güzel kızın, kızın olup olmadığını merak ediyorum. İyi değilim. Hiç.
– İyiyim, yürüdüm biraz. Yürümek iyi geliyor, sık sık yürüyorum. İnsan sık sık yürümeli değil mi?
İyi değilim. Sık sık yürümüyorum. İnsan sık sık yürümemeli. İnsan tek bacağıyla sık sık yürümemeli.
– Haklısın, biz de yürüdük biraz. Özlemişim buraların havasını. İçim açıldı. Ezgi de çok sevdi bizim köyü, yürüyelim dedi. Yürüdük öyle.
Siz kimsiniz Nazan, Ezgi kim? Ne fark eder Mustafa. Ne önemi var bunların yıllar sonra. Yıllar geçmeseydi ne önemi olacaktı. Önemsiz. Önemli olma ihtimalini çoktan kaybetmiş.
– Güzeldir buraların havası.
Bu kadar. Ne diyeyim ki başka. Ezgi kim diye mi sorayım. Emin mi olsun Nazan onu unutamadığımdan. O bir sabah gelip yanıma, geçmiş olsun çok üzüldüm ama annem artık görüşmemizi istemiyor, dediğinden beri sabahlardan nefret ettiğimi mi anlasın. Olmasın böyle. Zaten güzeldir buraların havası. Ne denir başka.
– Biz seni rahatsız ettik galiba.
Hayır, estağfurullah, sen beni hiç rahatsız etmedin. Ben senden hiç rahatsız olmadım. Ama kelimelerim bitti Nazan. Boğazıma taş koymuş biri, önünü kapatmış kelimelerimin. Çıkamıyorlar, kaçamıyorlar, koşamıyorlar. Benim gibi.
– Gidelim kızım, kendine iyi bak Mustafa.
Kızım. Kızıymış Ezgi. Kendime iyi bakayım. Kendimi uçurumdan atmaya filan kalkmayayım. Kalkamıyorum zaten. Nazan… Nazan tutacaktı elimden, kaldıracaktı beni ayağa. Görecekti beni. Eyvah, dedim bunlar içimden geçince. Bunların içimden hiç geçmeyeceğini bildim. Bunların içimden geçmeyeceğini bilince…
Şimdi buradan geçecek, beni görecek yeni birini beklemek…
Şadiye Sare Kaplan
1 Yorum