Nanay

Mehmet Erikli, elimizden kaçıp giden hayata “Nanay” bir bakış fırlattı.

***

Başından beri biliyordum. Böyle olmasaydı diyemem. Sadece pişman değilim. Bildiğim için mi? Hayır. Ben hiç pişman olmam ki!

Sonucu ne olursa olsun iş buraya geldiyse artık üzerine konuşacak bir şeyimiz de kalmamıştır. İşte ben de onu söylüyordum daha demin. Nanay, bugün kendisini çok iyi hissediyor ne var ki. Aman Nanay bu kadar şey yaşadıktan sonra bir de kafana mı takacaktın olanları? Aferin sana. Boş ver gitsin. Niye üzülecekmişsin ki?

Zaten bu kadınları hiç dinlemedim ben. Hep kulak tıkadım onların lakırdılarına. İnanır mısın Davut, bazen kulağımın içine pamuk tıkayıp öyle dinliyordum bana sevgilim diyenleri. Sevgililerim oldu evet. Sevdiklerim de oldu ama onları hiç duymadan öldürdüm.

***

Nanay hastalandı. Ne oldu demeyin. İnsan, kendini iyi hissetmeye görsün hemen ense kökünde bitiveriyor hastalık. Bu bir tür ağrı olarak başlayıp sonradan bütün bedene yayılıyor. Ondan sonra da ruhu teslim alacak kadar sıkıntı veriyor.

Davut sordu: “Nanay doktora gitmeli misin?” Nanay güldü. Bu soruyu niye böyle sorudun demeden ona bu ifadeyi aktardı. Davut, “başka türlü de sorabilirim. Ama artık çağımız yıkıntı çağı, düzensizlik ve bayağılık çağı. Başına gelenlerin olmasını hiç istemezdim inan.” dedi. Nanay bıyık altından gülerken “ne çağı, neyin bayağılığı bu?” dedi. “Boş ver gitsin, işte kafama estiği gibi konuşuyorum, saçmalıyorum bakma sen bana” diyen Davut uzun süre hiç konuşmadan oturdu.  Davut’a göre sanki Nanay vereme yakalanmış biri gibi çaresizce ruhunu ödünç aldığı kişiye vermeyi bekliyordu. Ama hâl böyle değil. Nanay sadece girip olmuştu. Belki de nezle. Mütemadiyen burnu akıyor. Gözleri yaşarıyor. Hafif bir baş ağrısı var ama ne bir eklem sızısı ne bir halsizlik var. Bir de durmaksızın su içiyor. Nanay’ın içinde bulunduğu, bize hiç söylemediği durumların onun yaratılışıyla ilgili bir bağı da olabilir.

***

Nanay iyileşti. Burnu akmaya ve başı ağrımaya başladığı saatten bu yana tam iki saat elli üç dakika geçti. Çağımız hız çağı. Yavaş olan ne var ki? İnsanlar hızlıca ölüyor, hızlıca bir yerden başka bir yere gidebiliyor, karnını çok çabuk doyurabiliyor ya da bir anda aç kalabiliyor, hızlıca işsiz, dımdızlak ortada kalabiliyor, hızlıca âşık olup (olduğunu zannedip) hızlıca ayrılıyor ve ayrılırken de sevgilisini oracıkta öldürüyor (oracık da neresiyse?) Şuracıkta hızlıca uyuyor, ötecikte hızlıca sinir harbi içindeyken, bericikte şen şakrak bir varlık olabiliyor. Hız, insanı başkalaştırmıyor, hız insanı itmiyor, hız olsa olsa insanı bal mumuyla birlikte kalıba döküyor. Hareketsizlik kuramının ölçüsü bir kılın dahi kıpırdamaması olarak ispat edilecekse, hızın bu kuram içindeki yeri ne olabilir? Hız artık hız olmadığı için tam zıddına rücu eden bir kavram artık. İşte o sebepledir ki insanı sarıp sarmalayan, bir bal mumu heykeline dönüştüren yavaşlık değil artık. Bizi donduran tek gerçek hızın ta kendisi!

Davut, Nanay’ın iyileşmesini hayra yormadı. Çünkü insan bu kadar çabuk iyileşiyorsa bunun altında başka bir şey aranmalıydı ona göre.

Nanay’ın düzensizliği üzerine birkaç not:

Giysileri temizdi. Fakat çoğu eski, kimilerine göre modası geçmiş türden gömlekleri, ceketleri, pantolonları olan Nanay, sadece hayattan keyif almaya bakan ve gerisini pek de düşünmeyen biriydi. İşi ne diye soranlara “manavım ben” diyordu. Oysa meteliksiz, işsiz biriydi gerçekte. Öteden beri hep manav olmak istemiş. Ama bir türlü sermayeyi denk getirememişti. Aslında kira ödemeyeceği bir yer bulursa sebze, meyve halinden ucuz ürün bulabilirdi. Böylelikle manav olabilirdi. Neyse, o yapamayacağını anladı ve artık bu işi düşünmüyor. Pişman değil. Çünkü hiç pişman olamıyor. Yapısı bu. Evi, rahmetli annesinden kaldığı için kira derdi yok. Gününü kurtaracak işlerde çalışıp yevmiyesini çıkartıyor. Ama iki gün çuval taşıyor, ama bir gün yerleri silip süpürüyor bir şekilde ekmeğini çıkartıyor. Hani işsiz, meteliksiz dediysek de öldü demedik! Paspallığı onu arkadaşsız bırakmış durumda. Ne var ki bazı kadınlar ona meftun. Nanay’ın umursamazlığı, hiçbir şeye eyvallah etmeyişi onu cazip kılıyor olabilir. Bu arada evi de çöp gibi kokuyor. Evin duvarlarına çizdiği resimler ise ayrı bir konu. Aslında duvarlara kazıyor diye ifade edeceğimiz çirkin ve korkunç figürler hangi hayalin mahsulü olabilir? Yattığı odanın duvarlarına saçları ağzında, dişleri gözlerinin yerinde, gözleri kulaklarında ve başından el, ayak parmakları çıkmakta olan bir yaratığı kazımış olması onun sanatkârlığına işaret etmeden önce onu sağlıksız düşünen bir sersem gibi gösteriyor, Davut’a göre.

***

Nanay telaşlandı. Nedensiz. Nanay yeniden hastalandı. Alışılmış bir şey. Fakat bu defa başka… Bu dert onu yataklara düşürdü. Yan komşusu Lale (Ona Leyli derdi Nanay) bir kabın içinde ılık bir sütle çıkageldi. (Sanki kedi besliyor avanak. Oldu olacak tasa koyup getirseydi, ya da tencereyle ne bileyim!) Nanay hiç olmadığı kadar kötü hissetti kendini. İçten içe bu kadar yardıma ihtiyacım varsa yakında ölürüm diye korktu. Evhamlı bir adam değildi Nanay sadece ürkek biriydi hepsi bu. Lale, Nanay’a sokuldu, Nanay pek umursamadı. Lale, “İşte bu yüzden seviyorum seni.” dedi. Ondaki bu hâl aynı zamanda güven veriyormuş insana. Neyin güveniyse artık? “Zaman da şıp şıp akıp geçmiyor ki. Resmen oluk oluk boşalıyor mübarek” diye söylenip hayıflanan Lale’yi, teselli etmek yerine, “hadi geç oldu evden merak ederler” diye başından savmaya çalışan Nanay, yalnızlığı içselleştirmiş biri olmasa da “hızın” egemenliğini hatırlatan birini yanında istemiyordu besbelli. “Beni merak eden bir insan bulunur mu? Henüz öyleleriyle tanışmadım bile.” Kapıya yönelirken böyle söylendi Leyla. Nanay onu hiç duymadı bile. Ya da hiç kulak asmadığından umursamadı onu.

***

Davut kapıyı çaldı. Nanay, “Burası da yolgeçen hanına döndü. Nasıl iştir bu?” diye çıkıştı. Nanay’ı ziyarete gelen tek dostu olan Davut bile ağır geliyordu ona. Ağırlamaktan yorulmazdı. Fakat başı kimseleri çekecek gibi değildi şimdi. Davut sorusunu tazelemek istedi: “Hastaneye gitmeli misin?” Nanay sırıttı. Pişmiş kelle gibi sırıtan Nanay, Davut’un canını sıkacak bir adam değildi fakat olacak bu ya Davut’un canı sıkıldı bu tepkiye. “… ordan be” diye bağıran Davut kapıyı çarptığı gibi gitti. Nanay rahatladı. İçinden nehirler geçiyormuş gibi hissetti. Sonra nedense omuzları uyuşmaya başladı. Hızdan nefret ediyordu. Ama vücuduna yayılmaya başlayan sızının onu hızlıca mahvetmesine sadece seyirci kalabildi. Yaşamak nasıl bir şeydi? (Daha şimdiden unutmaya başladığı bu eylem, zamanı geldiğinde herkesçe unutulacaktı.) İşte böyle söylenirken, sesi, yerini hırıltılı, iyiden iyiye boğuklaşan bir rahatsızlığa bıraktı. Ya bütün sızıları dindi, ya bütün acılara yeni bir sayfa açtı. Nanay işte böyle öldü.

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Ağzından peynirini düşüren kuşu gören adam , 14/11/2013

    Bir zaman gelir de Mehmet Erikli, “bestseller, sularseller” oluverirse bu ona göre ancak “kötü bir talih” tir. Bu konuyu kendisine sorduğumda bu cevabı işittim. Mandalinaya gelince, ona da şöyle cevap verdi: “Papaz Eriğinden başka meyve tanımam, tuzlayıp yiyenden de hiç hazzetmem.”

  • taçsız kral , 08/11/2013

    RADYASYONUN ETKİSİDİR O, BİŞEYCİK OLMAZ O ARKADAŞLIKTAN :)

  • ban-ki-zoom , 08/11/2013

    Mehmet Erikli öykücülüğü kendi sesini oluşturan ve müstesna kurgusuyla dili en güzel bir biçimde kullanarak okuyucuda tatlı mandalina yemişçesine bir haz bırakıyor.
    Eğer edebiyatla iştigali devam ederse 30 yıl içinde Türk/Batı Avrupa edebiyatının seçkin ve bestseller yazarlarından biri olmaması için hiçbir sebep görünmüyor.
    Kendisine Davut’la olan mesai arakdaşlığında başarı ve sabır diliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir