Müsait Bir Hapishanede İnebilir miyim?

– Gereği düşünüldü.  

Mahkeme salonunda bulunan herkes ne olup bittiğini anlayamamış; şaşkın şaşkın birbirine bakarak ayağa kalkmıştı. 29 yıllık hayatım boyunca her sohbet ortamında yaşadığım tüm zorluklara rağmen dimdik ayakta kalmayı başardığımı dünyanın en büyük özgüveniyle defalarca anlatmıştım. Herkes ayağa kalktığında ben yine ayaktaydım ama böyle bir çöküşü öncesinde hiç yaşamamıştım. 

– Sanık Sezgin Tekatar’ın, birden fazla kişiyle birlikte kasten adam öldürmeye teşebbüs suçu sabit olmasından mütevellit 4 yıl 5 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir! 

Hâkimin o tiz sesinden çıkan sert karar hayatımı ellerime bırakmıştı. Ne yapacağımı, nasıl tepki göstereceğimi bilemedim. Kafamı hafifçe sağa çevirip Nazlı’nın buğulanmış gözlerine bakmaktan başka bir şey yapamadım. Sonra hâkime dönüp gülmeye başladım.

– Neye gülüyorsun?

– Sinirlerim bozuldu hâkim bey!

Her şey Burcu’nun “işin bittiyse çıkalım, seni de Beşiktaş’a bırakalım” demesiyle başlamıştı. İki ay öncesinde girdiğim iş yerimden sayılı erken çıkışlarımdan biriydi. Aslında yapmam gereken birkaç iş vardı ama güneşin batmamış oluşu, havanın geçmiş günlere nazaran daha sıcak olması derken, bir çırpıda bilgisayarımı kapatıp çantamı hazırladım.

Hava gerçekten de uzun zamandır olmadığı kadar güzeldi ve dans etmemek için kendimi zor tutuyordum. Okuldan çıkan küçük bir çocuğun sevinci vardı içimde. Yetişeceğim bir yer, buluşacağım bir arkadaşım ya da yapmayı istediğim bir şey yoktu. Boşluğun boşluğuna doğru gidecektim ve ilk boşlukta boşlukları dolduracak bir şey yapacaktım. Bu tasarladığım bir şey değildi ama olacak olandı. 

Arabaya bindik. Arka koltukta Tara ve ben, direksiyonda Ayhan Abi, mikrofonda Burcu! Bu sahneyi defalarca çektik beraber. Yollar aynı, trafik aynı, Ayhan abinin beresi aynı… 

– Sezgin seni nerede bırakalım? 

Bu soru hiç sekmez. Yol üzerinde inip Beşiktaş’a geçiş güzergâhına yollanmam için iki alternatif vardır. Bunlardan biri 4. Levent diğeri ise Burcu’ların evinin az gerisindeki otobüs durağı. 

– Fark etmez abi, sana neresi uygunsa orada inebilirim. 

– Benim için şu an her yer uygun. 

– En uygununda abi o zaman. 

– Peki. 

Yoldan anladığım kadarıyla Ayhan abi beni evlerinin az gerisindeki otobüs durağında indirecekti. Hazırlanmaya başladım. Tara’yı öptüm, saçlarımı düzelttim. Kulaklığımı hazırladım, cüzdanımı kontrol ettim, çantamı sol dizimin üzerine koydum; sağ elimle tam kafasından tuttum. 

Tüm bu hazırlanışı unutturan, elimi ayağıma dolaştıran sesle irkildim! “Otobüs!” Ne olduğunu anlamadan arabadan inmiş; durağa yanaşan otobüse doğru koşmaya başladım. Ayhan abi kornaya basıyor, Burcu el kol hareketi yapıyor, arka koltuğun boşalmasına sevinen Tara sırt üstü yatıyor ve ben sanki duyacakmışçasına, “beni bekle geldim” diye bağırıyordum. Sakin hayatım on saniye içinde büyük bir kaosun ortasında kendine oturacak yer aramaya çalışan bir manyağın hayatına evrilmişti.

Otobüs kaçmıştı; ellerimden kayıp giden gençliğim gibi otobüsün arkasında bakakalmıştım. Tam o sırada yanıma yanaşan beyaz transitin şoförü kafasını camdan uzatıp, “Atla!” diye seslendi. Her şey kontrolden çıkmıştı artık. Transit neden durmuştu, adam neden camdan kafasını camdan çıkarıp “atla” demişti, ben neden hiç düşünmeden transite atlamıştım bilmiyorum. Aslında biliyorum, bildiğim ve sorgulamadığım o muazzam şey, beleşin dayanılmaz cazibesiydi. 

– Hocam teşekkür ederim, Hızır gibi yetiştiniz. Beşiktaş’a mı gidiyorsunuz? 

Hiç tanımadığım insanların Beşiktaş’a gideceğinden adım ve soyadım kadar emindim ama yine de soruyu sordum. Böyle durumlarda sohbet açmak için en ideal yollardan biri soru sormaktır ve bende bunu yaptım. 

– Hayır! 

Beklemek, beklenti… Beklenti, genellikle beklediğimizi aramakla başlar ve nihayetinde beklediğimizi bulamayarak sonuçlanır. Yakın ilişkilerde hayal kırıklıkları, pişmanlık, umutsuzluk ve yeşil reçeteli haplarla sonlanırken, yüzeysel ilişkilerde hafif sıyrıklar ve minik badirelerle sonlanır. Direksiyon başındaki adamdan aldığım “hayır” cevabı benim için hafif bir sıyrık olacak gibiydi. Bu yüzden büyük bir rahatlıkla arkama yaslandım ve tüm gevşekliğimle “Ee nereye gidiyorsunuz?” diye sordum. 

– Öndeki otobüsü takip ediyoruz. 

Takip ediyoruzdaki 1. çoğulu fark ettiğimde araçta 2 kişinin daha olduğunu gördüm. Silik tipleri vardı da sonradan mı fark ettim diye düşündüm ama büyük ölçeğimde Beşiktaş olduğu için küçük ölçeklerle hiç ilgilenmemiştim.

– O otobüs Beşiktaş’a gitmiyor mu? 

– Bilmiyoruz. 

– Ben biliyorum, ara sıra buradan binerim. Beşiktaş’a gidiyor. Semtin en hızlı otobüslerinden biridir. “Sipidi Bus” deriz biz kendi aramızda. 

Derin bir sessizlik oldu. Neden sonra sol tarafımda 2 koltuğa yatağına yayılmış gibi yatan, sarışın, kısa saçlı, ojeleri soyulmuş; deri pantolon giymiş, sonradan adının Canan olduğunu öğrendiğim kadın “Ölüme yakın biri için iyi bir lakap olmuş. Sipidi Bus. Hahahaha! Ölümüne bas! Hahahaha!” diyerek aracı kahkahalarıyla inletti. Sonrasında diğerleri de gülmeye başladı. Gülmeyen bir tek vardım çünkü gerçekten iğrenç bir espriydi. Belki de çok gergin olduğum için esprinin kalitesine yaklaşamadım, tam olarak emin değilim.

– Hocam ben şu ışıklarda insem iyi olacak. Teşekkür ederim size de, ben başka otobüs bulurum gidecek. 

Hiçbir cevap alamamıştım. Acaba benim fiziksel bir kütle olduğumu, atmosferde yer kapladığımı, atmosferi geçtim araçta bir yer kapladığımı, oksijenlerinden otlandığımı düşünmüyorlar mıydı? 

– Hocam ineceğimi söyledim duymadın sanırım? 

– Kapa lan çeneni! Otobüsü takip ediyoruz dedik, konuşma. 

Hafif sıyrıklarla atlatacağımı düşündüğüm beklentim, yarıla yarıla gidiyordu. Kafasını olur olmadık yerlerden çıkarıp “atla” diyen insanlara hayır demem gerektiğini daha önce ne duymuştum, ne de okumuştum. Dünyanın en büyük acemisi artık bendim. Aracın meclisinde bir azınlıktım ve konuşma hakkım yoktu. Oturma eylemi yapıp protesto etmeye kalksam, hiçbir şey ifade etmezdi çünkü bu hızda giden bir araçta oturmaktan başka çarem olamazdı. Ayağa kalksam duramazdım. 

Zincirlikuyu’yu geçmiş; Barbaros Bulvarı’na doğru yollanıyorduk. Beşiktaş benim kurtuluş reçetemdi ve bir an önce gelmek istiyordum. Yıldız üstgeçidinden sonra hafif bir trafik vardı. Otobüsün tam arkasındaydık. Kırmızı ışık yandı ve ne olduysa orada oldu. Şoför el frenine asıldı ve üçü birden bir hışımla arabadan aşağıya inip otobüse doğru koşmaya başladı. Ben oturduğum yerden onları izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Kitlenmiştim. Kitlenmiştim çünkü şoför inip otobüse koşarken kapıyı kilitlemişti.

Üçü birden otobüsün kapısını açıp içeri girdi. Büyük bir kıyamet sonrasında otobüsten inip kaçmaya başladılar. Sonrasında şoförü 3 yerinden bıçaklayıp, bir de tartakladıklarını öğrendim hastanede gözlerimi açtığımda. 

Dışarıda olayları izleyen insanlar eli bıçaklı insanları kovalamayı göze alamadıkları için beni gözüne kestirmişlerdi. Arabanın kapısını zorla açıp içeri girdiklerini ve beni döverlerken “şehir eşkıyası bu şerefsizler” dediklerini hatırlıyorum. 

Gözlerimi açtığımda bir elim kelepçeyle demire bağlanmış; diğer elimde serum yatıyordum. Karşımda Nazlı’yı gördüm. 

– Leylek gözlüm, mirket suratlım. Burada mısın? Çok kötüyüm, iyi hissetmiyorum kendimi. Neler oldu böyle? 

– Allah senin belanı versin Sezgin. Allah senin gerçekten belanı versin. Nasıl bir pisliğin içindeymişsin böyle ve benim haberim yokmuş. 

Her gün işe giden, işten çıkıp eve dönen ben, nasıl bir pisliğin içinde olabilirdim ki? Tek başımıza hiçbirimiz küçük bir anlamdan ya da anlam parçasından fazla bir şey olamayız. Bütün olmamız için, yani bir bütün içinde hakiki bir anlam taşımamız için kalabalık olmalıyız. Tek başımıza çok da bir şey olamadığımız için de bir iş bulur çalışıp bütünün arasına karışırız. Tüm mesele bu. Yani toplum içinde sıkça söylenen şey bu. Bende bunu yapmıştım. Bilemezdim böyle olacağını civelek yarim. 

İlaçların etkisiyle içimden söylediğimi düşündüğüm şeyleri meğerse Nazlı’ya söylemişim. 

– Ne zırvalıyorsun Sezgin. Bir suç örgütünün elebaşlarından birisin. İşlemediğin suç kalmamış; neredeyse İnterpolle aranacaksın, kalkmış bana felsefe yapıyorsun. Allah senin belanı versin.

Allah daha ne kadar belamı verebilirdi acaba? Bir elim kelepçeli, birçok yerim kırık, yamulmuşum… 

– Nazlı ne saçmalıyorsun sen? Benim bunlarla hiçbir alakam yok! Masumum ben neden inanmıyorsun!

1945 yılının Eylül ayında Vietnam’lı Ho, üstü başı yırtık, yavaş adımlarla kalabalığın içine girmiş ve gayet sakin bir şekilde orada olanlara “Biz özgürüz” dediğinde, orada bulunan herkes buna delicesine inanmış ve özgürlük ateşi yakılmıştı. Ben de aynı ses tonu ve dağılmışlığımla “masumum” dedim ama karşılığında aldığım tepki beladan başka bir şey olmadı.

– Cevap vermeyecek misin? Buraya sadece bela okumaya mı geldin? Hiç olmazsa bir Yasin okusaydın da ruhum hafifleseydi Nazlı! 

Nazlı’ya son sözüm bunlar olmuştu. Nazlı ise bana bir müddet bakıp çekip gitmişti. Hiçbir şey söylemeden, dinlemeden, anlamadan…

Gerçekten de masumdum. Ama bunu Nazlı dâhil, kimseye inandıramamıştım. Otobüs şoförünü bıçaklayan azılı haydutlar; elebaşlarının benim olduğunu tüm planı en ince ayrıntısına kadar benim tasarladığımı söylemişler ve ihaleyi bana yüklemişlerdi.

– Bu olayı ne zaman planladın? Neden şoförün infazını istedin?

– Ne infazı, ne planlaması amirim? Ben halı saha maçlarını bile koordine edemeyen bir adamım. Nasıl olur da hiç tanımadığım insanları yönlendirip, hiç tanımadığım bir şoförün infazını vereyim!

Suça bireylerin bilerek ve isteyerek gerçekleştirdikleri yasadışı eylemler olarak baktığımızda, bireylerin suçu işlemeden önce kar-zarar hesabı yapması kaçınılmaz, bunu biliyorum. Bu hesap sonucunda karlı çıkılacak düşüncesi hâkim olursa eylem gerçekleştirilir, bunu da biliyorum. Ancak buradaki bilmediğim ve asla anlam veremediğim şey olayı tasarlayan kişilerin bir otobüs şoföründen acaba nasıl bir kar elde edecekleriydi ve amir benden bunun cevabını istiyordu.

– Efendim büyük bir yanlış anlaşılma var. Bu insanları tanımam etmem, olayla uzaktan yakından alakam yok. Ben evime gidecektim. Tesadüf araca bindim. Daha ne söyleyebilirim.

– Tesadüf bindiğini söylüyorsun ama hepsi ifadesinde seninle alakalı bütün bilgileri paylaştı, kim olduğunu, nerede oturduğunu kısacası sana ait her şeyi anlattı. Bunlar müneccim mi? Büyücü mü lan bunlar da senin hakkında bu kadar bilgiye sahipler. Yalancı it!

Nasıl bir ağları var bilmiyorum ama hakkımda ne varsa öğrenip güzel bir planla aynı şekilde ifade vermişler. Bu büyük planın içinde plansız tek kişi ben olunca hakkımdaki suçlamaların aksini ispat edecek mantıklı bir şeyler söyleyemedim. Nazlı’ya da söyleyemiyordum.

Bir aya yakın hastanede tedavi gördüm, bu süre zarfında sayısız ifade verdim ve kurtulmayı beklemekten başka hiçbir şey yapamadım. Elimden bir şey gelmiyordu çünkü bileklerimden sıkıca tutan, sahiplenen sevgili gibi beni hiç bırakmak istemeyen kelepçeler vardı.  

Mahkeme sona ermişti. Jandarmalar koluma girip beni götürürken son kez civelek yarime baktım ve ağzından çıkacak bir şey bekledim. Sadece bekledim. 

Mapus damının soğuk kapısından giriş yaptığımda benim için dünyanın sonu gelmişti. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. 

– Allah kurtarsın kardeş. Günahın neydi? 

– Beleş arabanın dayanılmaz cazibesi. 

– Nasıl? 

– Bilmiyorum nasıl? 

Süleyman Mete

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • İrlandaya Firar'ın Okuru , 13/05/2021

    Buraya Edebifikir de okumadığım yazıları karıştırırken Cüneyt Dal’ın bu hikayeye yapılan yorum üzerine bu hikayenin tahlili babında hazırladığı yazıdan geldim ve hikayeyi beğendim, gerçi kendi adıma benim beğenip beğenmememin bir önemi yok diye düşünüyorum zira hikaye eleştirebilecek bir alt yapıya sahip değilim. Bu arada bu hikayeyi ben burada okumadan önce yazarın ‘Uyan Behçet Rüya Görüyorsun’ kitabında okumuştum hatta hatırladığım kadarıyla hikayedeki beklenti ile ilgili olan kısmın altını çizmiştim kitapta. Şimdi okuyunca farkettim ki ‘Tek başımıza hiçbirimiz…’ diye başlayan cümlenin de altını çizmem gerekliydi…
    Kısacası yazara başarılar dilerim yeni kitaplarını ve hikayelerini merakla bekliyorum.

    • İrlandaya Firar'ın Okuru , 13/05/2021

      Özür

      Bu hikaye ‘Uyan Behçet Rüya Görüyorsun’ kitabında yokmuş hafızam beni yanıltmış, beklenti ile alakalı altını çizdiğim yer kitaptaki ‘Kıyma Bana Halit Abi’ hikayesinde geçiyormuş. Özür dilerim, Hakkınızı helal edin…

  • dikkat okur var , 17/04/2019

    kötü bir hikâye. bir rastlantının sonucu olarak cezalandırılan sezgin’in hikâyesinden çıkaracağımız derslerin tamamı sayın yazarın aleyhine olacaktır. rastlantısallık kuramı şiirden öyküye, romandan senaryoya modern edebiyatın hemen her alanında işlenmiştir. yani biz ‘rastlantısallık’tan hareketle ikinci yeninin bazı şairleri ile pek çok berbat filmin oyuncusu olmakla yıldızını parlatmış olan kemal sunal’ı aynı bağlamda ele alabiliriz. çünkü rastlantısallık kadere sırt çevrilen yerdedir. kadere sırtını çeviren rastlantıya yüzünü dönmüş olur. sayın yazar muhtemelen bunlar üzerine pek fazla düşünmemiş. yazdığı metnin nereye dayandığının, neye hizmet ettiğinin, neyi telkin ettiğinin farkında değil. rastlantısallık seküler bir zokadır. sayın yazar bunu yutmuş. tükürmeli! ve kaderin esrarı üzerine saatlerce, günlerce tefekkür ettikten sonra bu hikâyenin devamını yazarak eleştirilerimi boşa çıkartmalıdır. sezgin niçin cezalandırıldı? bir rastlantının sonucu olarak mı yoksa bir hikmetin gereği olarak mı? beleş arabanın cazibesine kapılmanın bedeli bu olamaz, olmamalı. sayın yazardan hikâyenin devamını bekliyorum.

  • Uçtuğunu hatırlayan martının çığlık mahiyetindeki gülüşü , 08/04/2019

    Çok kral hikâye olmuş reis. Arada bir böyle çılgınlıklarını beklerük.:)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir