Mola

Çocuktum, ardından el salladığım bu şehrin kara lastiğe çalan tenine bir buse kondurup, çıktım. Babamın çantasına sakladığı hüznü, ben kalemliğime sığdıramayacak kadar küçüktüm. Niye gidiyorduk diye bir soru sorsam, yıllar sonra niye geldiğimizin hiçbir anlamı olmayacaktı. Annemin bohçalara sardığı gözyaşları bir kamyon kasasına istiflenirken, pembe bir sepete isli tandır ekmeği, bir de otlu peynir koydu ağabeyim.

Tâyin dedi, babam.

Annem beyaz yazmasının altından bakıp; -Sürgün…

Haydi dedi biri, ardından çalan korna sesi.

Kalabalıktı. Ağlayanlar vardı. En çok da annem… Doğduğundan beri iğne oyası gibi ömrüne işlediği bu şehirden geriye, saksıya sakladığı toprağı kalmıştı.

Yol uzun, vakit kısa, yük ağır. Beş çocuk, bir eş, bir de anne.

Adam boyunda çuvallar, turşu ve peynir bidonları, uğultular, büfeden yankılanan ağır bir uzun hava, ortalıkta koşuşturan çocuklar, bağıran simsarlar, bir düzine otobüs ve Lüks Batman Turizmin önünde kavgaya tutuşan yolcular… Şehirlerarası otobüs terminallerinin genzime kadar acıyla kokması çocukluğumdan kalan bir hatıra… Annem önümüzde istiflenmiş eşya çuvallarını sayarken, babam küçük bir taburede kısa kollu gömleğinin cebinden çıkardığı sigarayı yakıyor. Hava sıcak. Babaannem ağzını kapattığı beyaz yazmasıyla alnında biriken terleri siliyor. Ellerinden doksan dokuzluk tespih, dilinde bitmeyen salâvatlar. Ağabeyim bir büfenin önünde dizilmiş kasetleri inceliyor. O aralar epey arabesk, şiirden falan da anlamıyor.

Annem sayımı bitirdi. Bazı çuvalların ağzını tekrar kontrol ettikten sonra yanıma yanaşıp, boş bulduğu bir yere oturdu. Pembe piknik sepetinden çıkardığı peynirli poğaçayı elime tutuşturup, başımı okşadı. Onun da canı benimki kadar sıkkın. İçinden gelmeyen ama mecbur olduğu görevleri yapıyor. Bunca yıldan sonra tam da düzenini kurmuşken başka bir şehir, başka bir sürgün… Babamın bu seferki sürgün yeri için neşesinin epey yerinde olması ise çok ilginç. Keyiflice etrafı izliyor, arada bir saatine bakıp otobüsün kalkış saatini kontrol ediyor. Elinde askıyla çay dağıtmakta olan adama sesleniyor. Bir çay alıp, elleriyle bizi işaret ediyor. Oralet olsa daha iyi olurdu ama neyse, çay da olur.

Arkadaşlarımdan ayrılıyorum, akrabalarımdan, birkaç şehir dışında zamanımın tümünü geçirdiğim memleketimden kopuyorum. Yaşım çok da büyük sayılmaz, biliyorum. Ne yalan söyleyeyim çocuğum işte. Ama benim de bir yaşanmışlığım var. İçimde garip bir korku, anlayamadığım bir hüzün.  Benim içimi dolduran hüzünle, karşımda bastonuna dayanmış kalın gözlükleriyle etrafa izleyen geniş şalvarlı amcanın hüznü aynı galiba. O da ürkek, yorgun ve bir bilinmezin ortasında isteksizce etrafını izliyor.

Karşımızdaki otobüsün yanında kan ter içinde kalmış muavine takılıyor gözlerim. Sürekli eşya getiren bir yolcuya dayanamayıp, bağırıyor. Otobüsün altı yorgandan, erzak çuvallarına; bavullardan, ev eşyalarına kadar hınca hınç dolmak üzere. Daha da kötüsü bizim eşyalara sıra gelmedi bile. Nasıl sığacak bilmiyorum. Eşyaların oraya sığmamasını ve babamın gitmekten vazgeçecek olmasının hayalini kuruyorum. Çocuksan böyle hayaller kurabiliyorsun. Babama bakıyorum, keyfi yerinde. Yok yok bu adam bu şehri sevmiş, yoksa şimdiye otogarda birkaç kişiyi çoktan tokatlamıştı bile. Sürekli eşya getiren adam muavinin sert çıkışıyla ne yapacağını şaşırmış durumda. Muavini yumuşatmaya çalışıyor, durumu izah ediyor, arada dualar edip yalvarıyor. Ama muavin Nuh diyor, peygamber demiyor.

– Kurban etme, eyleme biz ne yapacağız bu kadar eşyayı?

– Dayı, yer yok görmüyor musun?  Zaten otobüsün yarısı senin eşyalarınla doldu. Bir iğne bile almam artık.

– Anam, babam; vallahi bu sondur. Başka kalmadı.

– Olmaz dayı, git içerdekilerle konuş.

Adam oradan oraya koşturup muhatap olacak birilerini bulmaya çalışırken, bizim eşyalar yüklenmeye başlamıştı. Annem ağabeyimi çağırmış, dikkatlice hangi parçanın nereye konulduğunun takibini yapıyordu. Bizim eşyalar da az sayılmaz, muavin bir laf edecek olsa babam o adam gibi alttan almaz, yumruğu indiriverir diye çok korkuyordum. Sertti babam. Geri vitesi olmayan, haksızlığa asla tahammülü göstermeyen, dikine bir adam. Devlet kapısında bu vasıflardaki bir insanın sürekli sürgün yemesi de kaçınılmaz bir son. İşte o tahammülsüzlüğün getirdiği yumruklardan biri sebebiyle, nerede biteceği belli olmayan bir yolculuğa çıkmıştık bile. Muavinin kıllığı tutmuştu. Eşyaları yerleştirirken bir yandan kendi kendine mırıldanıyor, diğer yandan yolcuları kalaylıyordu. Haksız da sayılmaz. Otobüs bunca yükü nasıl taşıyacak, benim de aklım almıyor. Muavin saatlerdir bavullarla, çuvallarla boğuşuyor, eşyaların biri biterken diğerleri başlıyordu. Bizim eşyaları dizerken iyice yorulan muavin soluklanmak için otobüse yaslanıp, bir sigara yaktı. Babam sanki adamın bu anını bekliyor gibi yanına yanaşıp, bir şeyler söyledi. Sonra eliyle bizim eşyaları gösterip adamın avucuna bir miktar parayı tutuşturuverdi. Kahrolsun bu kâğıt parçası, her kapıyı açıyor.

Otobüs hareket etmek üzere, ben babamın kucağında en arka koltuğun bir önünde oturuyorum. Ağabeyimle, babaannem birkaç sıra öndeler. Kalın gözlüklü, bastonlu amca en arka koltukta, yani bir arkamızda. Kızı ve damadıyla oturuyor. İçerde uğultu ve bitmeyen bir çocuk ağlayışı var. Otobüs termometresi 43 dereceyi göstermesine rağmen açılmayan klima, nerden geldiğini bilmediğim inanılmaz kötü bir koku ve camdan el sallayan akrabaların hüznü içime yerleştikçe midem bulanmaya başlıyor. Annem gizlice akıttığı gözyaşlarını artık saklayamıyor ve otobüsün hareketiyle hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Benim içimde biriken ne varsa annemin ağlayışıyla boşalmaya başlıyor. Babam, annemle benim aynı anda ağlıyor oluşumuza içten içe kızsa da bir şey diyemiyor. Annem, ah annem… En çok o üzüldü. En çok onun hakkı ağlamak.  Elleriyle diktiği çiçekleri, türlü zorluklarla yaptırdıkları evi, bahçesine ektiği domates ve soğanları, yıllarca sütünden yoğurt, peynir yaptığı sarı ineğini, baba evinden kalan çeyizlerini, gençliğini, hatıralarını, komşularını, akrabalarını, tüm hatıralarını bohçalara sarıp; bilmediği bir şehirde yeni bir hayat kurmaya gidiyor.

Uzun bir süre konuşmadı annem, babam da acısına verip bir şey demedi. Ben babamın dizinde gözlerimi sildikten sonra camdan dışarıyı seyrettim uzun bir süre. Uçsuz bucaksız, çorak topraklar, ara ara beliren birkaç ağaç dışında sapsarı bir dünya sanki. Kerpiçten tek katlı evler, otobüs ilerledikçe betondan apartmanlara dönüşüyordu. Pamuk ve tütün tarlalarında çalışan insanlar, tarla kenarlarına bulunan su kanallarında yüzen çocuklar gördüm. Bir de elektrik direğine yuva yapmış bir leylek ailesi… Heyecanla anneme gösterirken belki zihni dağılır diye düşündüm. O da gülümseyerek karşılık verdi.

Otobüsteki uzun süren sessizliği arka koltukta oturan bastonlu amca bozuyor. Bir anda biz ne olduğunu anlamadan, kızına ve damadına küfürler yağdırmaya başladı. Kızı susturmaya çalışsa da susmuyor, bastonuyla sürekli damadını dürtüklüyordu. Onların bu tatlı atışmaları annemin de keyfini yerine getirmiş, gülümsemeye başlamıştı.

– Beni nereye götürüyorsun, eşeğin kızı?

– Baba sus Allah aşkına, insanlar rahatsız oluyor.

– Sen sus asıl. Ben gelmeyeceğim beni indirin.

Damadı araya giriyor.

– Baba Siirt’e gidiyoruz, Siirt’e… Mahmut’un yanına.

– Sen sus, eşşeoğlu eşek.

Yol tabii ki Siirt’e gitmiyordu. Amca eşini kaybettikten sonra yalnız kalmış. Kızı da köyde perişan olmasın diye İzmir’e yanına götürüyordu. Ama amca inatçı ve bir o kadar huysuz olduğundan onu Siirt’e götüreceğiz diye kandırmışlardı. Allah var, amcanın kızı ve damadı çok sabırlı, maşallah! Amcanın tüm eziyetlerine rağmen karşılık vermiyorlar; alttan alıp, gülümsüyorlardı. Amcanın tavırları aslında ciddiyetten uzak, sempatik bir ihtiyar. Buna tatlı konuşmaları da eklenince otobüsteki hiç kimse bu atışmadan rahatsızlık duymuyor, aksine hoşlarına bile gidiyordu. Ara ara sesi kesiliyor, sonra otobüste olduğunu hatırlayıp aynı diyalogları tekrar edip duruyordu.

Ben gözlerim camda etrafı izlerken, Diyarbakır tabelasından sonra uyuyakalıyorum. Uyandığımda gece çökmüş, babam uyumuş, annem elindeki Yasin-i şerif cüzünü otobüsün loş ışığında okumaya çalışıyor. Hoparlörlerden yükselen Kürtçe müzikler yerini pop müziğe bırakmış ve büyük ihtimalle biz Şanlıurfa sınırını geçmişiz. Urfa’ya kadar uzun dengbej havalarıyla süren yolcuğun Urfa’dan sonra frekans değiştirerek pop müziğe dönmesi gibi ömrümüzün frekans arayışına bir es verme vakti;

– Şapçı Dinlenme Tesislerine hoş geldiniz. Firmanız yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir. Şapçı Dinlenme Tesislerini seçtiğiniz için teşekkürler eder, iyi yolculuklar dileriz.

 

Enes Can

 

 

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Kayra , 25/01/2019

    Ağlamak üzereydim ne güzel gidiyorduk

  • C(ân)ân , 21/01/2019

    CÂN Ü CÂNÂN ARASINDA VARDI BİR CÂN SOHBETİ

    CÂN O CÂN CÂNÂN O CÂNÂN SOHBET OL SOHBET DEĞİL

  • can varol , 21/01/2019

    diyaloglar güzel. kurgu da fena olmamış. bu ara Can’lar çoğaldı. Önce Üstad Bilal CAN vardı sonra Ömer CAN şimdi de Enes CAN. Bu Can’lar diasporası mı.

  • :) , 21/01/2019

    Teşekkürler..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir