Misaldir, Meseldir, Masaldır, Öyledir

Dünya garip bir yer olmadan evvel, ama öyle az berideki evvel değil, çok çok evvel bir zaman içinde, böyle söylenmeli, evvel deyince yetmiyor, mübalağa da yok. Çünkü biz çok ahiriz artık, eskinin evveline göre. Nerede o eski evveller!

İşte o çok evvel zaman içinde toprağın bağrını bir yanından yarıp göğe uzanan, uzandığı yerden salına salına dikenlerini göstererek ve henüz açılmamış, yeşil yapraklarının arasından sızan güzelliğinin dahi dünyaya yettiği bir gül, sonra birkaç gül, hatta güllerin bir araya gelip gülistanı oluşturduğu bir devirde yaşanan hadisedir, anlatılacaktır. Merak edilesi değildir. Bilindiktir. Gök kubbe altında anlatılmamış hikâye kaldı da o kalan hikâye bizim kırık kalemimizi, bozuk ağzımızı mı buldu? Peh! Dünya gerçekten garip bir yer olmuş.

Uzaktan bakınca yemyeşil görünen bahçede geçer tüm hikâye. Uzaklarda olduğu için hiç merak edilmez. Zaten uzaktan bakınca yeşil görünen bir yeri kim niye merak etsin? Deli derler adama. Kalktı buradaki yeşilliklerin içinden uzaktaki yeşilliklere gitti, sanki hiç yokmuş gibi derler. O zamanlar her yer biraz yeşildir. Her yer çok çok yeşildir, bu yeşilliğe açık yaratılmış bütün gözler aşinadır. Göz dediğin arsız bir organ olduğundan her zaman gördüğünden farklı bir renk arar. Bir gün yeşil kaybolsa ve uzaklardan bir yeşil renk görünse de bu arsız gözler gider, bu sefer de yeşili merak eder. Göz görmesin o zaman diye bir beddua edeceğiz o da olmayacak, göz görmezse gönül hangi yöne katlanacağını bilemez falan, saçma sapan katlanır, kötü bir origamiye döner. “Şu”na benzedi diye adını koyar, rafa kaldırırlar. Adı unutulur, “Bu ne böyle” diye soranlara “süs” der, geçerler. Maazallah!

Uzaktaki yeşilliğe gözünü çeviren hiçbir mahlûkat, yakındaki yeşillikten ne farkı var deyip gitmezdi tabii, her şey gözle olsaydı. İyi ki her şey gözle değil, yoksa biz bu dünyanın bakarkörleri, görmek için gözlerini iyice açmanın yettiğini düşünen mahlukları, “iyi/ce” sözünün karşılığını gözkapaklarını gerdirmek olarak anlayan dünyalıları, hoop, nasılsınız?!

Uzaktaki yeşillikten gelen latif bir koku yakındaki yeşilliğin yanına varınca işler değişti. Kokunun, yeşilin kokusu olmadığı anlaşıldı. Sadece yere değil göğe de yayılan bu kokuyu duyan bir hayvancağız (-cağız, çünkü… neyse) gözlerini iri iri açtı aldığı kokunun şaşkınlığından. Küçük başını hızlı hızlı sağa sola salladı. Kokunun geldiği yeri görene kadar sarhoş oldu. Açtı kanatlarını iradesiyle, uçtu iradesizce. Sağa sola sapa sapa, kokuyu içine çeke çeke, bir süre sonra yalpalaya yalpalaya uçtu. Etraftakiler pırrr diye duymuştur bu sesi. Her zamanki seslerden demişlerdir. Davulun sesi uzaktan hoş gelmiş, safa getirmiştir. Nereye gider bu hayvancağız, dememişlerdir. Deseler önünde dururlardı belki. Dururdu biri. Öyle bir hali anlayan birden fazla kişi olmaz çünkü. Olsaydı dünya şimdiki halini almazdı. Olsaydı öyle biri, geçseydi önüne, küçücük hayvanı avlamaya çalışıyor derlerdi. Hiç yoktan dert olur, kavga çıkardı. Olsun o kadar, duran da razı olurdu bu hale ama kimse durdurmadı zaten bu hayvancağızı. Her bir tüyü ayrı telden titredi, titreyişler birbirine karıştı, pırrrrr oldu. Herkes normal karşıladı bu sesi. Uçtu hayvancağız. Uzaktaki yeşilliğe doğru.

Hayvancağız?

Hezar. Hoşhan. Zendlaf. Mürg-i Çemen. Andelib. Böberdek. Keleçek. Sandugaç…

?

Bülbül bülbül. İşte o durdurulmayan hayvancağız bülbül. Bülbüldür yani. Pırrr diyen kanatlarına güvenip sarhoş olmuş sallana sallana gitmektedir. Yeşilliğe yaklaştıkça kendini kaybetmektedir. İyi ki kaybetmektedir. Kendini.

Uzaktaki yeşilliğe, yani bahçeye, yani gülistana yaklaştıkça ters bir rüzgâr esti bülbülün üzerine. İstikametten uzaklaştı bülbül. Soğuk rüzgârı yiyince yüzünün ortasına, kendine geldi. İki hatası oldu burada bülbülün. İstikametten uzaklaştı ve kendine geldi. Yola çıkmışsın, yol almışsın, yol aldığını anlamışsın ya da anlamamışsın. Ne olmuşsa işte o anda bir beklenmedik rüzgâr itti bülbülü geriye. Üzerindeki hali de aldı, bahçeden gelen kokuyu da kesti. Aynı kokuyu duyabilmek için bülbül derin derin nefesler aldı. Rüzgârın dağdan, bayırdan, tozdan, topraktan topladığı ne kadar saçma sapan koku varsa ciğerlerine doldu. Bülbülün içi bulandı. Olduğu yere düştü. Düştüğü yere baktı. Ben buraya nasıl düştüm diye düşündü. Düşündü de ne oldu? Hiç. Pırrr’dan başlayıp düşüşüne kadar, yolun hangi anında idrakte idin ki şimdi neyi düşünüyorsun, diye sorarlar adama. Adamlara böyle sorular soruyorlar çünkü. Cevabını düşünsün bulamasın diye. Belki bülbüle, bülbül olduğu için sormazlar. Sormasınlar. Bülbül günlerce ağladı çünkü. Ağladı, ağladı, ağlayarak uyudu, ağlayarak uyandı. Aynı kokuyu tekrar alabilmek için bekledi. Bekleyerek uyudu, bekleyerek uyandı. Düştüğü yerde hapsoldu. Pişman oldu, pişman uyudu, pişman uyandı. Yolun başında olduğunu bilmek belki daha kolaydır, yolun neresinde olduğunu bilmediğinde daha zor çıkılıyor yola. Bülbül keşke en baştan başlayabilsem diye düşündü. Boşuna düşündü. Nedenini biliyorsunuz. Düştüğü yeşilliğin dibinden gideceği yerin kokusunu tekrar alır gibi oldu. Ağlamanın ve beklemenin ve pişmanlığın etkisiyle hayal görüyor da olabilir. Hayaller de yola dâhil midir? Yola çıkmadan nereden bilebilir ki? Açtı kanatlarını bülbül. Pırrrr!

Bu bülbül var ya, inanmazsınız daha önce düştüğü ters rüzgârın oyununa bilmem kaç kere daha düştü. Sanki hiç yaşanmamış gibi düştü. Sebebini rüzgârdan bildi, tekrar yola çıktı, yine düştü; sebebini diğer yeşilliklerden bildi, tekrar yola çıktı, yine düştü; sebebini topraktan bildi, tekrar yola çıktı, yine düştü; sebebini gökten bildi, tekrar yola çıktı, yine düştü; Sebebini bilemedi, tekrar yola çıktı, yine düştü. Bu düşmelerin içinde ne oldu nasıl oldu da bülbül gülistanı uzaktan görür gibi, görür de hevesle uçar gibi oldu, bilmiyoruz. Zaten nasıl bilelim? Bu bülbülün hikâyesi. Gözlemci bakış açısı ile de bir yere kadar!

Bülbül uzaktan gördüğü gülistanın yeşilini görüyordu sadece, yakınlaştıkça yeşilin içinde kızıllıklar görünmeye başladı. Bülbül bahçenin üzerine süzülmeye devam ediyordu ki, kızıllıkların gülistandaki çiçeklere ait olmadığı anlaşıldı. Açılmamış her bir gülün dikenlerine saplanmış hezarlar, andelibler, böberdekler, hoşhanlar… bülbüllerden akan kanlar yayılıyordu etrafa. Açılmayan güllerin üzerinde bülbüller çiçek açıyordu. Gökten gülistanın halini gören bülbül, hiçbir bülbülün meyletmediği bir diken buldu. Dikenin üzerine bıraktı kendini. Bizim bülbül çiçek açtı. Bülbülün şarkı söylemesini, ötmesini, bu sayede gülün açmasını falan beklerdik ama bizim bülbül yapması gerekeni anladı, konuşmakla vakit kaybetmedi. Pırrr!

Bülbüllerin çiçek açması bittiğinde birer birer açılmaya başladı güller, dikenlerin üzerine kendini feda etmiş bülbüllere bakıyordu hepsi. Ne olmuş burada demeye kalmadan bir el güllerin yapraklarını koparıp çırılçıplak bıraktı onları. Yeşil bir sap ve dikenden başka hiçbir şey kalmadı. Gül yapraklarını topladılar; sıkıp sıkıp yağını, suyunu, şerbetini yapmaya başladılar. Gözlerimle gördüm, yapraklarını açar açmaz daha ayaklarının dibindeki bülbüle bakamadan koparıyorlar hepsini. O kadar yıldır ayaklarının dibine düşen bülbüllerin ahı yerde kalır mı, kalmaz tabii. Kalmamıştır herhalde. Gerçi bülbüller razıydı bu duruma ama. Ne bileyim, bülbül değilim ki ben!

Dünya bundan sonra garipleşmeye başladı zaten. Eskisi gibi gülistan diyebileceğimiz bir bahçe kalmadı. Bülbüller etrafta gül kokusu duymuyordu, hevesle uçacakları bir bahçeyi aramayı bıraktılar. Bülbüller nereye gitti onu da bilen yok. Gülün adı unutuldu, kendi de unutuldu. Suyu, yağı falan iyi satılıyor onlar hala herkesin aklında tabii.

Daha kötüsü gelemez derken unutulan gülün adını başka nesnelere vermeye başladılar. Plastiğini yaptılar, kâğıttan yaptılar, rengârenk dönenini yaptılar. Sonra bir sivri zekâ çıktı, apartmanların bacalarına takılan rüzgârda kendi etrafında dönen top gibi nesneye rüzgârgülü dedi. Başka isim kalmamış gibi. Yöneticiler böbürlene böbürlene bu sene de bizim apartmanın bacalarına güller taktık. İyi ki yapmışız içerisi tertemiz gibi tespitlerle apartman sakinlerini aldıkları hizmete razı etmeye çalıştılar. Güller etrafa güzel kokusunu yayardı, bunlar içerdeki pis kokuyu gökyüzüne dağıtıyor. Apartmanına gül taktırmayan yönetici kalmayıncaya kadar bu garabet devam edecek herhalde diyordum. Rüzgârın gücüyle dönüp duran baca güllerinden biri aniden durdu. Hızla dönerken aniden durunca, sabitlendiği yerden başlayarak apartmanlar, apartmanların içinde yaşayan insanlar, kapının önündekiler, pencereden bakanlar, hayvanlar, o güne kadar ayakta kalmayı başarabilmiş kimsenin yüzüne bakmadığı bitkiler, toprak parçaları, su birikintileri de dâhil olmak üzere tüm varlık âlemi kıvrılmaya, bükülmeye başladı. Sabit gülün altında bir salyangoz sarmalı oluştu. Her şey kıvrıla kıvrıla birbirine girdi. Biçimsiz anlamsız bir resim kaldı dünyada. Bütün mahlûkat gelebileceği en gergin seviyede kalakaldılar. Hangi varlığın nerede başlayıp nerede bittiği meçhuldü artık. Açıldıkları ilk anda daha dünyaya selam bile veremeden yaprakları koparılmış güllerin ahı tutmuş olabilir. Neden olmasın?  Güller razı değildir böyle bir olaya ama. Ne bileyim? Gül değilim ki ben!

Şimdi herkes ters bir rüzgâr bekliyor. Düz bir rüzgârdır belki bu. Biz çok terse gittiğimiz için tersi düz anlamış ve gelecek rüzgârı tersten bilmişizdir. Tersten esecek bir rüzgârla eski yaşamlarına dönmek ve bu biçimsiz, gergin halden kurtulmak istiyorlar. Şimdilik gergin bekleyiş sürüyor. Ne kadar sürer kim bilir? Rüzgâr da razı değildir böyle bir olaya ama. Ne bileyim? Rüzgâr değilim ki ben!

Ömer Can Coşkun

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir