“Apansız uyanırsan gecenin bir vaktinde
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa
Bil ki seni düşünüyorum”
(Ümit Yaşar Oğuzcan)
Bir fotoğraf karesine sığdırılmış zamana diktim gözlerimi. Saatin tik taklarını duymayı bıraktım epey zaman önce. Her ayrıntısı ezberlediğimi düşündüğüm anlarda yeniden anılara dalıyor ve yeni bir noktayı fark etmenin heyecanına kapılıyorum. Odaya sessizlik hâkim, güçlü bir alarm sesiyle kendime geliyorum. Amacını yerine getirememenin hırsıyla daha da yükseliyor alarm sesi. Usulca kapatıyorum, duyulmadıkça yükselen seslere aşinayım ne de olsa.
Pencereye dönünce perdeye yansıyan sabahın renkleriyle her şey yeniden yaratılıyor. Odadaki her eşya gecenin hüznünden sıyrılıp can buluyor, ben hariç. -Eşyadan bir farkım olduğu düşünmesem bile değilim.- Açık kalan pencereden esen rüzgârla dalgalanıyor perde, içeriye dolacak kuş cıvıltılarını bekliyorum, kulaklarıma çalınan tek şey koşuşturan insanlar ve araba sesleri oluyor. Yine yeniden yeni bir güne uyanmanın ağırlığıyla yataktan kalkıyorum. Sağımdaki yastığa takılıyor gözüm, hâlâ soğuk. Bir gölge düşüyor yatağın üstüne aniden tıkırtılar eşlik ediyor banyodan gelen, her yerin ıslandığını belli eden su sesleri. Parkede yaklaşan adımların gıcırtıları çalınıyor kulağıma. Alışıla geldik o kokuyu duymayı bekliyorum sonra. Bekliyorum, kapanmış yaraları tekrar açmaya lüzum yok ama bekliyorum. Anılarda capcanlı oysa bir tek koku, o kokuyu alamıyorum.
Komodine uzanıp telefonu elime aldığımda mesajlarla dolu olduğunu görüyorum; indirimler, haberler, reklam mesajları, grup sohbetlerindeki yüzlerce konuşmalar, neredesinler, günaydınlar… Hepsini tek seferde silip bir kenara bırakıyorum, hazırlanmak için odada ilerlerken karşımdaki kişiyle irkiliyorum. Karşımdaki kişi mi? Bir adım geri çekilip dikkatli bakınca onun aynadaki yansımam olduğunu fark ediyorum. Halime acımalıyım ama gülüp geçiyorum. Saati kontrol ediyorum, on beş dakikam kalmış evden çıkmak için. Banyoya ulaşmam iki dakika, geri dönüp giyinmem beş dakika daha, çanta cüzdan telefon, kalem, defter ve kitaplar zaten çanta da, tamam çıkabilirim. Üç kere kilitliyorum kapıyı, kenarda duran eski erkek ayakkabısını hemen paspasın üstüne yerleştiriyorum, merdivenlerden aşağıya indiğimde servis sokağın başında görünüyor. Kendime bir yer bulup oturuyorum binince. Alışkanlıkla elim kulaklıklarıma uzanıyor, unutmuşum. Zaten olsaydı da bu gürültüyü bastıramazdı diyerek teselli ediyorum kendimi. Camdaki yansımama takılıyor gözüm. Baygın bakışlarım, solgun hastalıklı sarı tenimi inceliyorum, bir şey yapamasam da en azından iyiyim maskesini takınmam iki saniyemi alıyor, iyiyim, kötü olmak için bir sebebim de yok zaten. Yan tarafımdan seslenilince gülümsemeye çabalayıp ben de sohbete katılıyorum. “Nasılsın, iyi misin?” faslından sonra hakkında zerre bilgi sahibi olmadığım konulara kafa sallıyorum. Haklısınız elbette. Kısa cevaplarla birbiri ardına gelen sorulardan kaçıyorum. Kendi sorularını cevaplayamayan birinden mantıklı cevaplar vermesini beklemek çok komik olurdu. Hem bilseydim kendi cevaplarıma öncelik verirdim. Hem de sormak için soruluyor çoğu soru, meraksız öyle laf olsun diye. Mesela o olsaydı sorar mıydı hiç? Dinler ve cevabı bulmamam için ipuçlarını sererdi önüme.
Konu ne zaman ona gelse bir ip kopuyor zamandan, yaraları iyileştirmeyi öğrenmiş sesiyle olsun diyor, biz bize yeteriz, daha fazla sesi kaldırmazdı hem bu ev. Yetmeyeceğini bile bile inanmıştım, yetmedi zaten.
“Hey, nerelere daldın yine?”
“Baksana besbelli daha uyanamamış!”
Evet, gece biraz geç uyudum, hayır aslında hiç uyumadım ama bu ayrıntı, onların daha çok soru sorması demek, o yüzden şimdilik kendime saklıyorum bu cevabı. Konuşmanın uzamayacağını fark edince gülümseyip önüme dönüyorum. Gülümsemek, sessizce, kimseyi kırmadan konuşmayı bitirebilmenin en kolay yolu.
Kapı önündeyim yine, açması kolay ama ilerlemesi zor kapılar, yeni bir sayfaya yeni bir hayata açılan… Yürümesi de kalması kadar meşakkatli kapılar. Kapının kulpuna asılmadan önce prova ediyorum yüzümdeki gülümsemeyi. Bir korku peyda olsa da içimde tekrar toparlanıp acıyorum, içeride neşeli kahkahalarıyla çeşit çiçek bir yerlere koşma peşinde, içeri girdiğimi fark ettiklerinde koşup etrafımı sarıyorlar, yüzümdeki eğreti ifade biraz daha toparlanıyor ve gerçeğe yakın bir hal alıyor. Sevginin en saf halinden pay alabilmek adına hepsine sarılıyorum ben de. Yaralarım sızlıyor, korku içimde çığlık çığlık büyüyor, belli etmeden derse geçiyorum. Oyunların, şarkıların birbirini kovaladığı sırada bir ağlama sesiyle dönüyorum o tarafa, ilerleyip baktığımda masaya çarpıp düşmüş bir çocuk, gözlerinde yaşlarla bakıyor, koşmasından dolayı kızacağımı sanıp arkadaşının yaptığını söylüyor hızlıca. Kızmam sana, herkes düşebilir. Düşmek bir o kadar olağan, yoksa anlamazsın ne zor olduğunu ayakta dimdik durmanın, önemli olan orada kalmamak, düş ama kalma orada öyle, tabii bunların hiçbirini söylemiyorum. Anlamayacağını düşündüğüm için değil, anlamadığım için. Yapamadığımı bir çocuğa öğüt olsun diye dikte edemem. Gözlerinde acının izlerini görmek tanıdık, kucağıma alıp çarptığı ama gizlediği sıranın üzerine oturuyorum. Acısına sebep olana başaramadığını kanıtlamak için. Evet çocukça biliyorum.
“Neresi acıyor?”
“Şurası, dizim, bir de kolum…”
“Bakalım ne yapabiliriz, acaba sarılsak geçer mi?”
“Bilmem!”
“Denemeli miyim?”
“Şey olur, deneyelim.”
Kandırdım, sarılmak hiçbir acıyı iyileştirmez çocuğum, avutur ama geçirmez. Senden çok benim ihtiyacım var aslında, sana bunu söyleyemiyorum, çünkü ben artık düştüğüm için ağlayamam veya birisi sarılmaz gözlerimde yaş var diye. Çok iyi rol yaparım çünkü, çünkü herkes çok iyi rolü yapar. Ufacık elleriyle acıyan yerini gösteriyor tekrar, gözlerinden boncuk boncuk yaşlar boşanıyor tekrar, uzun bir süre olsa da ilgiyi kaybetmemek adına yalancı yaşlara devam ediyor. Anlamamış gibi sırtını sıvazlıyorum, bilmiyormuş gibi sarılıyorum, mış gibi hayatımda bir fazla zarar getirmez diyerek. Bu sırada ara ara diğerlerini kontrol ediyorum yanıma uğrasalar da kendi oyunlarıyla meşgul hepsi.
“Artık oyuna katılmak ister misin?”
“İstemiyorum.”
“Neden?”
“Çünkü sarılmaya devam etmek istiyorum.”
Hâlâ çocukların duygularını bu denli rahat açık edebilmesine alışamadım. Bizler gibi saklamadan, gurur uğruna susmadan “istemiyorum” diyebilmelerine. Gitme diye yalvaracakken peki demeseydim ben de, böyle mi olurdu acaba, gerçekten gitmez miydi, kalır mıydı, kalsa bir şeyler değişir miydi? Kirpiklerini sayarken ne de cesurdum oysa, yıldızlar sayılabilir bunu başaracağım diyerek çocuklaştığımda. Elimde, açmak istesem yüz kere başaracağım kavanoz ile yanına koştuğumda.
Ellerimde gezinen minik parmaklarla kendime geldim biraz daha kendimden eksilmiş olarak. Kirpiklerine takıldı gözüm ağlaması bitmişti çoktan keyif sürmedeydi sıra. Yüzünde muzır bir sırıtmayla bakınca bana, öyle aşina olduğum bir bakış ki Anıl geldi gözümün önüne, bu benzerlikle kayıyor maskem, bir an için ve gözlerim doluyor. Saçmaladım diyerek kendimi toparlamaya çalışıyorum, olmuyor. Bir kere kaydı, usul usul akıyor yaşlar, çaktırmadan silsem de diğerleri fark edip yanıma koşuyor. Önce pencereden dışarı bakıyorlar, hiçbir sebep yok, sonra tekrar bana. Omzuma dokunan bir el ile arkama dönüyorum.
“Böö…”
Yüzümün önünde korkunç olduğunu sanan ama başka bir vakit olsa beni güldürmeyi başaracak bir surat beliriyor. Hıçkırıkları yutup korkmuş gibi yapıyorum, önümü dönünce yine bir başkası tekrarlıyor. Aramızda sessiz bir anlaşma imzalanıyor. Ben gülüyorum onlar gülüyor, bu sefer hep bir ağızdan gülüyoruz, gerçek oluyor gülüşmeler. Kucağımda oturan çocuk bir anda sarılıp kalbime yaslıyor kulağını, çok güzel atıyor deyince buruk bir tebessümle kalakalıyorum.
Eve gitme vakti. Hazırlanırken eve gidince yapacaklarını anlatıyorlar, kimisi annesi gelince ona nasıl sarılacağından bahsediyor. Boş bir eve döneceğimi hatırlayınca moralim bozuluyor. Okul bahçesinde koşarak sarılıyor hepsi annelerine. Bahçenin ortasında acabalar ve keşkeler ile izliyorum. Bazen yanlışlıkla anne dediklerinde yüreğimin burkulmasına bakmadan efendim demeye koşuyorum, yaralarımı kanırtmaya son verip ilerlerken elimi tutuyor biri, düşen çocuk bu, isimlerini hatırlamıyorum dersem fazla vefasız görünürüm ama önemli değil. Çıkış kapısına kadar beraber yürümeyi teklif ediyorum. Sevine sevine başlıyor yürümeye, kapıdan çıkınca bir anda durup kahkahalar atarak birine koşuyor. Aldığım nefes kursağımda kalıyor. İçeride acil durum sirenleri, kargaşa hâkimken öylece bakıyorum, her gece sabaha değin ezber ettiğim yüzü yabancı geliyor, yaşlanmış diye geçiriyorum içimden. Zaman duruyor o kahkaha atarken, kucağında döndürüp havalara atarak sevdiği çocuğa bakıyorum bu sefer, tükürükler saça saça bir şeyler anlatma derdinde. İçimde kopan fırtınalara rağmen, yanlarına ilerliyorum. Toplam otuz adım, her biri saatler sürüyor. Yaklaştıkça ritmi bozulan kalbimle elimdeki çantayı daha sıkı tutuyorum. Işıl ışıl gülümsüyor, bana doğru dönünce asılı kalıyor yüzümde bakışları, önce gülmekten kısılmış gözleri büyüyor, sonra bir şey diyecek gibi ağzını açıp kapıyor ama hiçbir kelime dökülmüyor dudaklarından. Fırsattan istifade kare kare kaydediyorum zihnime her bir ifadesini. Mahcubiyetle bezeniyor yüzü. Neden diyemeden o korku dolu his sarıyor benliğimi, yanlış anladığıma ikna etmeye çalışıyorum kendimi, bile bile kandırıyorum. Hazırlıksız yakalandım, oysa tahmin etmiyor değildim. Biliyordum, bilmediğime inanmak daha kolaydı sadece. İhtimaller kuyusuna düşmeden önce beni yerle bir eden o cümle oluyor. Kaybolduğum boşlukta sürekli yankılan o cümle.
“Baba, bak bu benim öğretmenim.”
Rüya bitmiyor, uyanamıyorum…
Zeliha Orhan
2 Yorum