Metin Olma Durumu

Acil servisin kapısı aniden aralandı. Yetmişli yılların kovboy filmlerindeki bar sahnelerinin karizması, seksenli yılların Türk filmlerindeki doktorların babacanlığı, doksanlı yılların pop kliplerindeki absürt bir atiklik vardı bu girişte.

“Acil, durumu çok acil!”

Derin bir nefes alıp önüne yatırılıvermiş “şey”e ilk bakışlarını attı. Durumu içler acısıydı. Meslekte yeni yetmelerin midesini kaldırabilen, bu işte tecrübe kazanmak umuduyla aklı bir karış havada olanları kıçlarının üzerine oturtuveren bir manzaraydı bu. Kesikler, ezikler, kopmuş ve biçilmiş yerler… Bir insanın böylesi bir kaza yapabilmesi için ehliyeti, kasaptan değil, mezbaha veya adlî tıptan alması gerekirdi ancak. Vaka, daha çok bombalı bir eylem sonucu gerçekleşmişe benziyordu. Acaba intihar eylemcisi bir terörist miydi an itibariyle bir masa kadar eşya özellikleri taşıyan yaratık? Preste ezilmek suretiyle tüm suyunu kaybetmiş portakaldan farksızdı vücudu. Kan kaybı kritik noktanın da ötesindeydi. Kırık kemiklerinin halli ise başlı başına bir uzmanlık gerektiriyordu. O değil de; sanki öküz kalbi, fil ciğeri vardı ellerinin altındaki yığında. Nasıl bir hayatta kalma çabasıydı bu! Kadim efsanelerin aklı aciz bırakan mucizevî hadiselerinden birinin içerisindeymiş gibi had safhaya ulaşmıştı hayreti. Evet, yanlış görmüyordu; bu şey, her şeye rağmen nefes almaya çalışıyordu.

Sezgileri, mevzunun ayrıntılarını ediniyor; gözleri, durumun ciddiyetine dair birtakım veriler topluyor; tüm bunlar, beyninde harmanlanarak neler yapılabileceğiyle ilgili hayatî kararlara eviriliyordu. İlk olarak, öncesinde hazırlanmış kan takviyesi için gerekenler yapıldı. Can tehlikesine yol açabilecek tüm kritik noktaları belirledi teker teker. Onları dikmeye, kaynatmaya ve yapıştırmaya başladı. Her yeri kan revan içinde kalmıştı. Ter, basık ortamın hantallaşmış kokusu ve dahası… Operasyon, koca bir gün sürmüştü.

Ameliyathaneden çıkışı, biraz şaşkınlık yarattı onda. Kırklı yılların resim sanatındaki düş kırıklığı, ellili yılların ekonomisindeki çöküş, altmışlı yılların yabancılaşması ve nihayet, kuşkuculuğu vardı bu çıkışta. Kendini karşılayan bir Allah’ın kulu yoktu. “Tüm gerekenleri yaptık, başarılı bir operasyon oldu ancak durumunu siz de biliyorsunuz. Fevkalade bir hayat mücadelesi veriyor. Her şeye hazırlıklı olmak lâzım ancak yine de Allah’tan umut kesilmez.” Şu cümleyi kurabileceği bir Allah’ın kulu…

***

Saatine baktı. Yüksekçe bir merdivenden yere çakılmış gibi hissetti o an kendini. Alnındaki terleri silerken, gözleri, yuvalarında hiç olmadığı kadar dönüyor, etrafı tarıyordu. Ancak gözün gördüğünün beyinde anlamlı kareler olarak bilinç oluşturması, biraz zaman aldı. Odasındaydı. Saatine baktığını hatırlıyor ama saatin kaç olduğunu hatırlamıyordu. Üşenmedi, kolunun iç kısmını çevirmek suretiyle tekrardan baktı saatine. Gecenin iki buçuğuydu. Gerindi, esnedi, boynunu şöyle birkaç kez hareket ettirip kontrollü çıtırtıların ufak da olsa hazzını yaşar gibi oldu. Sonra da önünde yığılı sayfalara baktı bir süre.

Sabah, yayın yönetmeninin, “Acil, durumu çok acil!” dediğini, elindeki dosyaları bırakıp buna girişmesi gerektiğine dair birkaç sözü ve 281 sayfalık metnin ertesi sabah tashihlerin girilmesi ve mizanpaj için işleme konulacağını da içeren ünlemli direktiflerini hatırladı. Aslında yayınevine olması gerekenden erken gelmişti; çünkü sabahın köründe bu haberi yayın yönetmeni önce telefondan vermişti. Acilen giriş yapmıştı yayınevinin personel kapısından.

Yerine geçip de masadaki “metin” denen “şey”in sıhhat durumu karşında metin olmaya çalışmış; ama ardı arkası kesilmeyen anlatım bozuklukları, yazım yanlışları, kurgu hataları, imlâ sıkıntılarıyla dolu “yığın”a acil müdahale etmesi gerektiğindeki garabeti kendi içinde kabul etmişti. Bu kadar hatayı yapa(bile)n kişi için yazar demek şöyle dursun okur; -ne okuru!- ümmi bile denemezdi. Türkçe’nin, söz konusu kişinin anadili olmamasını diledi. O halde neden ikinci dili ile bir kitap yazmaya çalışmıştı ki? Önünde ifade eksikliği çeken, hayatî fonksiyonlarını kâmilen kazanması için yalvaran sıralı satırlara baktıkça, “kitap” kelimesi ile düşüncesinin dahi yan yana gelişi, tansiyonunu fırlatmaya, şekerini çıkarmaya, genzini yakmaya yetiyordu.

Sayısız kahve ve çayın ardından öğleyi biraz geçmişti ki “operasyon”un henüz yarısına bile gelmediğini fark etti. Sunî solunum, kalp masajı kâbilinden acil müdahaleleri yapmış olmasına rağmen ortalık; kopuk ifadeler, kesik yargılar, ezik anlamlar ve kırık cümlelerle doluydu. Üstüne başına sıvanmış harflere aldırmadan devam etmeliydi. Öyle ya, hiçbir redaktör, bu denli duygusal yaklaşmamalıydı bir metne. Bu, amatörlük olurdu. Gerekirse diğer uzuvları olumsuz etkileyecek organı söküp atmalı, marazlı uzvu kesip vücut bütünlüğünden taviz vermeliydi hayatiyet namına. Bir “a” harfi, kenarda ağlıyor; “ç” harfi, tek ayağının üzerinde odanın kapı kolunda sekerek kaçmaya çalışıyor; “ğ”, panik ortamını yumuşatmak için teskin edilmiş bir ses tonuyla mırıldanıyor; “ü, ö, i” gibi noktalı harflerse, noktasız akrabalarıyla kendilerinin karıştırılmaması için onlara olabildiğince sahip olmaya çalışıyordu. Virgülgillerden noktalı virgülün olur olmaz yerlerde volta atması ise tahammül sınırlarını zorlar vaziyetteydi. Büyük harfler, nokta sonrası travması yaşıyor, “dedim, dedi” ifadeleri ise konuşma çizgilerinin tacizleriyle depresif bir hal alıyordu. En beteri de bağlaçlardı.

Olumsuz yükleme bağlanmış “ne…ne…” bağlaçları, oksijen kaybı doğuruyordu. Doğru yükleme, birkaç kılcal dikiş sonucu bağlanması gereken bağlaçların başında, bunlar geliyordu. Her biri, DNA molekülleri kadar dizilimi önemli olan kalıplaşmış deyim ve atasözleri ise deformasyona uğramış haldeydiler. Tüm bunların neticesinde hâsıl olan komplikasyonlar, kurguda ve anlamda, onulmaz yaralar açmış vaziyetteydi. Neyse ki o, işinin ehliydi ve bir kahraman edasıyla gecenin sonunda da olsa son tashihleri de belirledi. Kâğıtlar, estetik operasyon sonu haritaya dönmüştü. Neyse ki mizanpaj öncesi tashihleri giren kişi de işinde mahir bir emektardı. Aniden telefon çaldı. Arayan, pek kıymetli yayın yönetmeniydi:

“N’aptın işi Metin?”

Gecenin bu saatinde sesi öylesine dinçti ki…

“Şey, şimdi son tashihleri belirledim. Mizanpaj için Nizam’ın masasına koyarım çıkmadan.”

“Yok ya, ne Nizam’ı; önce tashihlerin girilmesi için Tekin’e vermeli, sonra Nizam alacak.”

“Hah, doğru ya, kafam biraz davul oldu, eh, saatin kaçı olmu…”

“Yarın erken gelmeye çalış ki Tekin’in teklediği yerde izah edesin.”

“Ha, tabiî, olur da tashihler baya fazla. Word’e aktarılmaları uzun sürebilir. O yüzden…”

“Yav bir, bilemedin iki saatlik iş; ne uzun sürecek. Sürmesin!”

“Elinden geleni yapar umarım, çünkü ben de saat kaç olmu…”

Dıııt dıııt dıııt…

“Size de iyi geceler.”

Etrafına baktı bir müddet. Ne teşekkür edip “eline sağlık,” diyebilecek biri vardı; ne de kitabın akıbetiyle ilgili yaptığı işe saygıyla yaklaşıp soru soracak bir Allah’ın kulu…

“Ne diyorsun, tutar mı bu kitap?”

“Kitap mı? … Ha, evet, şey, açıkçası elimden geleni yaptım. Bundan sonrası için kapak tasarımı gibi yan hususlar devreye girecek, Allah’tan umut kesilmez.”

Bu diyaloğu yaşamayı her şeyden çok dilerdi. En azından bu diyaloğu yaşamayı…

Gecenin son çayını yudumladığında, ne varsa eskiye dair, üşüşüverdiler hatırına: Birinci sınıfta maddi imkânsızlıklardan dolayı bırakmak zorunda kaldığı tıp fakültesi, elinden kaçırıverdiği saygınlık, tatmin edici bir maaş… Ne varsa hepsi… Üzerinde, kar beyazı bir doktor önlüğü yerine, dikişleri atmış simsiyah bir boğazlı hırka; stetoskop yerine ise hasta olup ilaç parası vermemek için takmakta hassasiyet gösterdiği fular süsü verilmiş atkı vardı. Gömleğinin ön cebinde ise bademcik kontrolünde ve kulak muayenesinde işe yarayan materyaller değil, muhtelif renklerde kalemler mevcuttu ki bu, cebi aşağı doğru sündürüyor, ona hırpani bir görünüm bahşediyordu. Kırmızı olan, kesinti yapılması gereken cümle, kelime ve paragraflarda; mavi olan, değiştirilmesi gereken yerlerin doğrusunun yazılmasında; siyah kalem, imlâ hatalarında; yeşil olan ise yazı fontu, bilgi kutusu vb. hususlarda kitap görünümüne dair önemli notların alınmasında kullanılıyordu. Her birinin yeri ve görevi farklıydı. Aslında hayatta her bir şey ve kimsenin yeri ve görevi farklıydı. Kendisinin de öyle. Yayın yönetmeninin de öyle. Ve hayallerinin de…

Gecenin yarısında, yayınevinin eski kapısından çıktı. Ortaçağın, Batı için karanlık, Doğu için aydınlık, her ikisi için ise değişime gebe bir sancı; yeniçağın, ucu kestirilemeyen icatlarının yol açtığı acı; milenyum çağının, anlam zeminine oturtulamayışı vardı bu çıkışta. Milenyumla yakınlığı düşüncesi ıskalanan makro sonun yakınçağ anlayışına şerh düşercesine adımlarını attıkça sokağın karaltısında kayboluyor, acil ve hayatî tehlikesi daimî metinlere ilk ve son müdahale için heybesinden dakika ve saatler eksiltmeye devam ediyordu.

 

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Nur , 10/01/2019

    :)

  • Halil , 28/12/2018

    Son zamanlarda okuduğum en iyi öykü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir