Ben, huzurun nasıl koktuğunu bir mendilden öğrendim. Ceketin cebinden çıkıp da ikiye ayrıldığı anda ilk başta mendilin kokusu yayılırdı etrafa. Bir çiçek gibi açılırdı her seferinde. Biz de o çiçeğin arıları olur, mendilin etrafında vızıldar dururduk.
Her zaman, dörde katlanmış, kenarları lacivert işlemeli, bembeyaz bir mendille hatırlarım dedemi. Takkesi, tespihi de bir dedelik nişanesidir ama en çok mendili ile olan ilişkisine hayrandım. Ne zaman ziyaretine gitsek bizi gördüğüne memnun, sağ elini ceketinin iç cebine atar bir sihirbaz edasıyla, bizi merak içinde bırakarak, özenle katladığı mendilini çıkarırdı. Mendilini açmaya başladığı muzip bir gülümseme yayılırdı yüzüne. “Bakalım bu sefer ne çıkacak mendilimizden” diye sözcüklerini uzata uzata açardı mendilini.
Bazen şeker olurdu mendilin içinde, bazen çikolata, bazen de bozuk paralar. Ama bir farklı olurdu mendilin içinden çıkanlar. Mendile uygun renkte şekerler, çikolatalar seçiyordu sanki dedem. İnsanın iştahı kabarıyordu. Üzerindeki ambalajı açarken bile sabırsızlanıyor hemen ağzımıza atıyorduk. Yahut bize vereceği paraları önceden parlatıyor diye düşünürdüm. Hiçbir değeri olmayan metal yuvarlaklar, tarihin içinde yolunu kaybetmiş altın sikkelere dönüşüverirdi gözümüzün önünde. İnsan parayı harcamak yerine saklamak istiyordu. Saklamak ve gün ışığındaki parıltısını seyretmek… Fakat çocukluk işte duygularımız da oyunlarımız gibi birden değişiveriyor. Saklamak duygusu ruhumun her zerresine yayılmasına rağmen bir müddet sonra kendimi köyün bakkalında harcama duygusunun tutsağı olmuş bir halde iki bisküvi arasına lokum sıkıştırırken buluyordum. Beceremeyip alt veya üstteki bisküviyi kırdığımda ise içten içe pişman olup dedemin mendilinden yine aynı parlak paralardan çıkacak, diye kendimi avutuyordum.
Dedemin benim için cebinden mendilini çıkardığı ilk gün, “ilk torun” olarak dünyaya gelmişim. Babam müjdeyi verdiğinde birkaç damla yaş birikmiş gözpınarlarına. (Ağlayarak dünyaya gelen varlığa ilk “ağlamama”nın öğretilmesi ne tuhaf!) Yutkunmalar çare olmayınca mendilini çıkartmış, bir kanadını açıp işaret parmağının üstüne sarmış, başı önde şükrederek gizleye saklaya silmiş gözyaşlarını. Hemen katlamış dörde. Utanarak cebine koymuş. Beni kucağına aldığında kamet getirmiş, ezan okumuş kulağıma. Dualar ederek mendilinin arasından bir altın parçası çıkarmış göğsüme iğnelemiş. Babamı evlendirirken de aynı şeyler yaşanmış aslında. Bir iki damla gözyaşı, mendile saklanan gözyaşları, dualar sonrası annemin koluna takılan bilezik yine aynı mendilden çıkmış.
Sadece bize yapılan bir efsun değildi bu. Köy ahalisi, komşular da bilirdi dedemin mendilinin kıymetini. Arada evine ziyarete gelen arkadaşlarına da mendil arasında benim sayamayacağım çoklukta kâğıt paralar verirdi. Arkadaşlarının konuşmasına izin vermeden de “acelesi yok, acelesi yok” deyip yolcu ederdi onları.
Dedemin gözyaşları mendilde biriktikçe altına, paraya, şekere, çikolataya dönüşüyor olabilir miydi?
Dedem sihirbazlığı seviyor olabilir mi?
Dedemin mendilde gözyaşı biriktirmesi bizimle ilgili her olayda tekrarlandı. Evlenen amcalarım, dünyaya gelen kuzenler ve kardeşlerim, ilk süt dişleri, sünnet törenleri, okula başlamalar… Doğan büyüyordu ve dedem kendinden sonra dünyaya gelenleri seyretmeyi, onları mutlu etmeyi çok seviyordu. Her seferinde duygulanıp mendiline birkaç damla yaş düşürmesine alışmıştık. Hiç hıçkıra hıçkıra ağladığını görmedim. Gerçi aileden kimse görmemiş.
“Çok”tan bir eksildi mi gözüne görünmüyor insanın, “daha çok” diyoruz, eksileni umursamıyoruz. “Çok”tan ayrılan insan olduğunda “daha yok” diye feryatlar kopuyor ya, “bir”in değerini anlıyoruz. Ben de bunu bir sabah ani bir olayla öğrendim. Aslında vaktiydi bize ani geliyordu. Babaannem sabaha karşı sessizce ayrılınca bu dünyadan geriye kalanların ağıtları doldurdu köy sokaklarını. Biz dedemin ağladığını görmedik. Bir müddet odasından çıkmadı. Ama duydum ağlamasını. Birkaç kez odanın kapısına dayadım kulağımı. Hıçkırıklar yolunu kesti, aldığı her nefes yarım kaldı.
Bir daha da eskisi gibi olmadı.
Her gün aynı sözü tekrar eder oldu:
“Anneniz önden benim yerimi hazırlamaya gitti.”
Tüm aile efradı, “Öyle şey olur mu, ne hazırlığı, tövbe de baba, Allah gecinden versin…” deseler de dedem, bu düşünceye çok kaptırmıştı kendini. Her zaman cebinde duran mendil devamlı elinde gezmeye başladı. İki katı açık, her an bir şeyleri saklamaya hazır bekledi durdu. Dedem odasına çok sık kapanmaya başladı. Kapandığında da uzun müddet çıkmıyordu. Mendilin kenar işlemeleri yıprandı. Beyazlıklar yerini griye, bir vakit sonra siyaha bıraktı.
Dedem, odasında kaldığı müddetçe mendilinde bol bol altın, para, şeker, çikolata biriktirdi.
Ama hiçbirini bize ikram etmedi.
Ömer Can Coşkun
2 Yorum