Uzun zamandır bu pencerenin önündeyim. Daha gün doğmadan beklemeye başlıyorum, pencerenin önüne konmadan geçen kuşları. Bugüne kadar milyonlarca kuş görmüş olmalıyım. Sayılarla aram iyi olsa belki kaç tane olduklarını aklımda tutardım ama her gün yeniden başlıyorum kuşları saymaya. “Merhaba serçe, sen bu pencereye konmadan geçen ilk kuşsun.” Cinslerini, isimlerini bilmediğim onlarca kuşu misafir etme şansını kaybediyorum her gün. Öylece pencerenin önünde duran biri için kaybetmek tüm sayılardan daha değerlidir. Karşı apartmanın bahçesindeki erik ağacı, takvime aldırmadan çiçek açınca bir bahar kazanıyorum. Kuşlardan vazgeçip ellerinde dondurma külahlarıyla sokaktan geçecek çocukları beklemeye başlıyorum. Öylece pencerenin önünde duran biri için beklemek tüm takvimlerden değerlidir. Çocuklar külahlarıyla sokaktan geçmiyorlar. Yalnız kendi çocukluğum aklımın sokaklarından geçiyor.
-Hadi anne, geç kaldım, yine bana kalmayacak dondurma. Hadi bul şu bozuklukları anne. Bugün çikolatalı da yiyebilir miyim anne? Dondurma arabası bugün gelmeyecek mi anne?
Dondurma arabasının yalnız haftanın bir günü uğradığı bir köy burası ve ben haftanın her gününe başka isimler koyduklarını bilemeyecek kadar çocuğum. Her gün yeniden ya beyaz dondurma arabası bugün gelirse diye başlıyorum heyecanlanmaya. Ya geldiğini duymazsam? Ya beni görmezse dondurmaları külahlara koyan amca? Ya çilekli dondurma ben gitmeden biterse? Ya daha dondurmam bitmeden yere düşer de külahını kırarsam? Ya o araba bizim köye bir daha hiç gelmezse? Günleri birbirinden ayıramayan bir çocuk için hiç, tüm zamanlardan büyüktür. Oysa ben az haneli bir köyü dolaşması, yarım saat sürecek kadar küçük adımları olan bir çocuğum. Dondurma arabasının olmadığı zamanlarda kuşlar var köyde; tek katlı, avlulu evler, eskiden kilise olan bir cami, kaşımın üstündeki yara izine sebep köprü, bir keresinde taşıp evimize kadar gelen ırmak, ırmağın yanında çapalarla merdivenler yapıp tırmandığımız tepecikler, kavak ve söğüt ağaçları… Kavak ağaçlarından daha uzun tek bir şey var köyde, dondurma arabasının tam önünde durduğu trafo. Yazları köye gelip caminin üzerine yuva yapan leyleklerin tellerine çarparak öldüğü trafo. Pencerenin önünde kuşları bekleyen biri için çocukluğunun kuşlarını elinden alan şey tüm kötülüklerin başıdır. Başı sonu belli olmayan bir hevesle köyden şehre taşınışımız var sonra…
– Anne şehirde de trafolar vardır değil mi?
– Daha büyükleri hem de.
– Peki şehre de dondurma arabası gelir mi?
– Hayır dondurma arabaları yalnız köylere gelir.
Günlerin yedi ismi vardır ve öğrenmek bilmediklerini kaybetmektir bir çocuk için. Aklımın sokaklarından pencereme dönmeliyim. Bazı dönüşlerimde beni gözleriyle karşılayan biri var sanki bu evde, belki o da yalnızca aklımdan geçiyordur, sokaktan ya da. Çünkü gözleri kahverengi mi, yeşil mi ayırt edemiyorum. Çok büyük kaygıları var, gerçek ve nicel endişeleri, birkaç dilde dile getirebileceği şikâyetleri dünyaya dair. İnsanın pencereye konmayan kuşlardan daha büyük nasıl bir endişesi olabilir? Akademik cümleleri var, gelecek planları. Oysa gözleri yeşil olduğu zamanlarda bana şiirden bahsediyor. Ümitvar oluyor, kuşlar konuyor sanki cümlelerine… Poe’dan bir dizeyi çeviriyor, Rilke’den alıntı yapıyor “Demek insanlar buraya yaşanılacak yer diye geliyorlar, burası ölünecek yer desem daha doğru.” Her gün şehri göze alıp sokaklara çıkan biri için ölmemek, yaşamaktan az değerlidir. Şehir insanın gözündeki yeşili bile tüketir. Sonra şu yaşayabilmek telaşı… Sanırım gözleri kahverengi olduğu zamanlarda beni fazla romantik buluyor, bana yaşayan bir Oğuz Atay karakteri gibi davranmamamı söyledi. Ama ben kendime bir gecekondu inşâ etmiyorum, bir kafes yapıyorum kuşlardan. Şehrin trafolarından kaçmaya çalışıyorum, dondurma dükkânlarından… Öğrendiklerimi unutmak istiyorum, kaygılarımı ve telaşımı yitirmek. Şimdi bana bu seslenişini duymak istemiyorum…
– Hâlâ neyi bekliyorsun pencerenin önünde bugün pazartesi işe geç kalacaksın.
Elif Bayır
5 Yorum