“Yusuf’u kaybettim Kenan ilinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz
Bu akl u fikr ile Leylâ bulunmaz
Bu ne yâredir ki çâre bulunmaz”
Yunus Emre
1.
Sokağın izi vardı üstünde. Her yanı toz toprak… Kısa pantolonunun ceplerinde misketler. Dizleri yara, dirsekleri kan içinde. Öyle ciddiye almıştı ki oynadığı oyunu; parmakları kilitlenmiş, gözleri kanlanmıştı. Yerlere atmıştı kendini, düşmüş kalkmış, yenmiş yenilmiş, hırslanmış, darılmış, yorulmuş ama yorulmadığını iddia etmişti. Dişlerini sinirden birbirine geçirdiği, aynı zamanda ne yapacağını, oyuna nasıl devam edeceğini bilmediği bir anda iki yana düşmüşken kolları, dermansız bacaklarının yanından geçen bir ipliğe takıldı gözleri. Oyuna dönmekle ipliği takip etmek arasında kararsız kaldı. Merakı ağır bastı. İpliğin ucunu sardı parmaklarının arasına, bir yumak halini alana kadar sardı. Sardıkça yürüdü. Elindeki iplik kocaman bir misket halini aldı. Bir dükkânın önünde durdu. Pencereleri siyah birer perdeyle kapatılmış dükkânın kapısı aralık. Kapının önünde tamir edilmesi için bırakılmış gömlekler… İplik dükkândan firar etmiş, gömlekler de kapının önünde kalmış diye düşünerek tüm dışarda kalanları sırtlandı ve içeri girdi. Kimdi giren?
Yakup.
2.
Kafası karışık. Perdeler ne kadar siyahsa içerisi o kadar aydınlık. Bir tezatın içinde kaldı Yakup. Bir de yeni bir merakın içinde. Tezgâhın üzerinde, bir fanusun içinde parlayan madene kilitlendi kaldı. Üzerinde mısır taneleri kadar küçük, parlak taşlar olan madenin neden muhafaza edildiğini düşünürken usta içeri girdi. Gözlüğü burnunun ucunda, koluna bağlı şişkin bir kumaşın üzerine batırılmış iğneler, önlüğünün ceplerinde makaralar… Yakup’un elindeki gömleklere baktı ilkin. Sonra gömlekleri tutan Yakup’un gözlerine. Sendeledi. Tezgâha tutunarak toparlandı. Neden sonra hiçbir şey olmamış gibi yürüdü Yakup’a doğru. Buranın âdeti böyledir, dedi. Gömlekleri kapıya bırakır giderler. Tamir edip tekrar yerine koyarım ben de. Koydukları yerden de birkaç gün sonra alırlar. Ne ben onları görürüm ne de onlar beni. Elindekileri tezgâhın üzerine bırakır mısın?
Yakup gömlekleri tezgâhın üzerine bırakırken birini düşürdü. Gömlek dükkânın ortasına serildi. Tüm yarası gözler önünde. Sırtında yukarıdan aşağı birkaç yırtığı olan gömleğe baktı Yakup. Usta yerdeki gömleği aldı, sandalyeye oturdu. Kolundaki iğnelerden birini iplik ile kavuşturdu. Gömleği dizine yatırdı. Yırtıktan ziyade bir yarayı saracakmış gibi elini gezdirdi gömleğin üzerinde. Yavaş yavaş dikmeye başladı. Kumaşa bakmadığı halde iğnenin nereden gireceğini nereden çıkacağını biliyor, çok iyi bildiği bir şarkıyı yeniden çalan bir bestekâr gibi sanatını icra ediyordu tek seyircisine. Gözlüğünün üzerinden Yakup’a baktı tekrar usta. Bu toz toprak yormadı mı seni oğlum, dedi. İnsan doğar, doğar ve ağlamaya başlar. Alışık değildir böyle bir yaşama. Bizse her doğanı, gözlerinin içine baka baka renkli renkli renkli oyuncaklarla alıştırırız bu dünyaya. O oyuncaklar anlamsız sesler çıkarır, anlamsız seslere alıştırırız sonra. Anlamsız işlerle uğraştırırız. Oyunlar oyalanmalar anlamlıymış gibi gelir bize.
Yakup cebindeki misketlerden utandı. Ellerini ceplerinin önüne siper etti. Üzerindeki toza baktı sonra. Elbise misket halledilirdi de bu dizlerindeki, dirseklerindeki yaralar ele veriyordu onu.
Utanmak örtüyor insanı, dedi usta. Bak bu gömleğin sahibi utanmasaydı görünürdü bize. Hâlbuki hiç suçu yoktur. Bir oyunun içinde kalmıştır o da. Büyüklerin oyunları daha bir karmaşık oluyor. Hırsları, yaraları… Dişleriyle ipliği kesti. Gömleği katladı arkasındaki raflardan birine yerleştirdi. Yaralar sarar insanın her yanını. Alışmaya alışan insan yaralara da alışır. Yaralamaya da alışınca işler çığırından çıkıyor oğlum. Bu dükkânın ardı toz toprak. Dükkândan çıkacaksan temiz kalmaya bak. Burada kalmak istersen bu işin inceliğini öğretirim sana. Sonuçta ipliğin ucu sana nasipmiş. Herkes bakar, bazıları görür, birkaç kişi yola çıkar, biri yolun sonuna ulaşır.
Sen, hangisi olmaya talipsin ve hangisi sana nasip?
…
3.
Usta, Yakup’un gözlerinde bir sürü gömlek gördü. Şükretti haline. Dua etti Yakup’a. Yakup tezgâhın üzerindeki iğnelerden birini aldı. İpliği iğneye geçirmeye çalıştı beceremedi. Birkaç defa daha denedi. Dişlerini sıktı. Gözlerinin görmeye çalıştığı çift görünmeye başladı. Doğru zannettiği deliğe ne zaman ipliği yollasa ıskaladı. Usandı. Olmayacak belli ki. Usta aldı elinden iğne ve ipliği, sabır, dedi. Bir iğneye ipliği geçirebilmek. Sabır. Öğrenmek ipliğin iğneye geçmesi gerektiğidir. Ya gerisi? Öğrenince bitmez, başlar. Tecrübe, öğrenmenin neresinde? Anladım demekle olmaz. Anlamadığını da anlaman gerekir. İpliği iğneye yaklaştırdığında ipliğin geçtiğini gördün, oldu, dedin. Baktın ki iplik hâlâ özgür. Unutma, oldu, dediğinde dahi dikkat edeceksin. Bazen çok yalancı oluyor bu iğneler, iplikler. Usta ipliği iğneye geçirdi, uzattı Yakup’a. Raftan bir gömlek aldı, serdi Yakup’un dizlerinin üzerine. Yakup eline tutuşturulan iğneye baktı, dizine serili gömleğe ve gömleğin üzerindeki yaraya. Kumaşa batırdı iğneyi.
İğne kumaşa girdiğinde ipliğin yolculuğu başladı.
4.
Yakup her sabah iğneye ipliği geçirdi. Dizlerinin üzerine bir gömlek aldı, kumaşa iğneyi batırdı. İpliğin gittikçe kısalan ve sonunda bir makasla kesilen hayatını seyretti her işinde. İğne bir varlık, iplik bir varlık, kumaş bir varlık diyordu usta. Bir makaraya sarılmış iplik ne kadar güçlü olabilir, bu güç ona yeter mi? İplik kendini bir varlık olarak düşündüğünde hafif bir sarsıntı, bir çekiştirmede kopup gidiyorsa başka bir varlıkta var olmak gerekir ipliğe. O yüzden kumaşın üzerinde bir yaraya merhem olurken aynı zamanda kendini de yok eder. Görünmez olur ama kumaşın üzerinde sapasağlam durur. Artık ipliği koparmak, tekrar aynı yarayı açmak için daha fazla kuvvet gerekir.
Ne sık ne seyrek, her şey yeteri kadar olacak, iplik kumaşın neresinden girip neresinden çıkacağını iğne sayesinde bulacak. İğnenin işi bittiğinde kumaştaki yırtık da iplik de yok olacak. Yırtık kapanmazsa, iplik yok olmazsa hesabı kim verir?
İğne mi?
İğneyi kullanan mı?
Yakup, ustanın bazı sorularını cevaplayamıyordu. Suskundu bu nedenle. Bu suskunluğu ustanın da hoşuna gidiyordu.
Cevapsız sorular düşündürür; aratır yolu, yoldaşı.
Yakup’a düşünmek mi düştü, aramak mı, bulmak mı?
5.
Uzun süredir siyah perdelerin asılı durduğu dükkânın ardında çalışıyor ustasıyla birlikte. Çocukken cebinde misketlerle içeri girdiğinde kucağında birkaç gömlek vardı sadece ve bu sayı çok değildi o zamanlar. Şimdilerde neler oluyorsa dışarda, sırtından yırtılmış gömleklerini tamir ettirmek için dükkânın önüne bırakanlar arttı. Ve bunların kim olduğunu hâlâ bilmiyor Yakup. Gözü arada bir tezgâhın kenarındaki fanusun içinde duran madene takılıyor. Nasıl parlıyor bu kadar şaşıyor, bazen bir karanlık peyda oluyor madenin üzerinde. Bazen bu karanlık yoğunlaşıyor. Usta, işini yarıda bırakıp namaza duruyor böyle zamanlarda. Alnında biriken terler seccadesini ıslatıyor. Maden üzerindeki karanlığından kurtulunca işine dönüyor. İçine bir ferahlık geldiği yüzünden belli oluyor. Yakup bu taşın kerametini soracak ama soramıyor. Sorsa cevabını alır mı, bilemiyor. Usta da içten içe bir gün bu sorunun geleceğini biliyor, Yakup’un gönlündeki sorunun günden güne ağırlaştığının farkında. Şöyle bir bakıyor Yakup’a cevaba hazır mı, öğrenmek mi istiyor yoksa sadece merak mı? Kaldırabilir mi cevabı çünkü bazen, keşke soruların yükü kalsaydı üzerimde cevabın ağırlığı yerine, dedirten cümleler dökülüyor insanların önüne. Bazı sorular ve cevaplar fazla gelebiliyor insana. Zarar verebiliyor. Oysa iyi sorulmuş bir soru, iyi verilmiş bir cevapla hemhal olduğunda ömür uzatıyor. Zamansız veya kötü bir soru yaralıyor, kötü cevaplar candan can götürüyor. Yakup madene dalmış gözleriyle yakalanıyor ustasına. Elindeki iğne parmağına batıyor. Kan damlası bir tomurcuk oluyor. Şişiyor gittikçe. Çaput parçasını sarıyor parmağına. Ustanın gözleri hâlâ üzerinde.
Tamam, diyor usta. Bugünlük yeter.
6.
“Derler ki, ilk önce madenler yaratıldı, sonra bitkiler, sonra hayvanlar ve en son insanlar… Son yaratılandan başlayarak geriye doğru bozulacak her şey. Bu fanusun içindeki madenin parlaklığını yitirdiğini, parçalara ayrıldığını görürsen dükkândan ayrılma Yakup. Dışarda görülecek bir şey kalmamıştır o vakit. Bu dünya bir kumaş parçasıdır. Her vakit tamiri mümkündür. İğneler temiz, iplikler sağlam olduğu sürece. Ne vakit iğneler küflenir, iplikler çürür işte o gün…”
Usta anlatıyor, anlatırken Yakup’un gözlerinin içine bakıyor. Gözlerinin içinden geçiyor gönlünü görüyor. Gönlünün içinde bir iplik dolanıyor Yakup’un. Dolandıkça sıkışıyor gönlü. İpliğin ucunu bulamazsa iğneye nasıl bağlayacak ipliği? Usta yıllardır anlatmadığını neden anlatıyor şimdi? Usta susuyor sonra. Duydun mu, demiyor. Anladın mı, sormuyor. Biliyor ki mesele duymakla anlamakla bitmiyor. Dönüyor tekrar tezgâhının başına. İğnesini eline alıyor usta. Gömleğin yarasına doğru bir hamle yapıyor. İplik gelmiyor ardından. Usta, Yakup’a bakıyor. Gülümsüyor. İpliğim, iyice kısalmış, diyor. Cebimde de hiç makara kalmadı artık. İğneyi tezgâhın üzerine bırakıyor Usta.
Dükkânın orta yerinde bir yığın tamir edilmesi gereken gömlek var uzun zamandır.
7.
Yakup, fanusun içine ustasının iğnesini koyalı uzun yıllar oldu. Dükkândaki gömleklerin hepsini tamir etti. Bir süre sonra gömlek gelmez oldu dükkâna. Yakup o günden sonra telaş içinde madenin parçalanacağı günü bekledi. Günlerce, aylarca madende hiçbir hareketlilik olmadı. Yakup’un içindeki ateş yavaş yavaş sönmeye başladı. Günler birbirinin aynı oldu. Dükkâna hapsedilmiş gibi hissetti kendini. Mahpusluk hayatından bunaldıkça dışarı çıkmak ve insanlara ne olduğunu öğrenmek isteği ile baş başa kaldı. Aklına ustasının sözleri geliyordu her seferinde. Ama henüz madene bir şey olmamıştı. Boşuna telaş ettiğini düşündü. Bir gün bir cesaretle perdeyi araladı. Perdenin ardından zehirli bir karanlık içeri doğru yayılmaya başladı. Gözleri karanlığa boğuldu Yakup’un. Gözleri ışığı unuttu. Birkaç defa kapatıp açtı gözlerini. Nafile bir uğraşın içinde olduğunu anladı. Karanlığın içinde hareket eden insanları görüyordu sadece. Gömlekleri önünden, arkasından yırtılmış insanlar… Gömlekleri paramparça olmuş insanlar… Gömlekleri yaraya doymuş olmasına rağmen bu durumdan rahatsız olmayan insanlar. Dışarda iğneler küflü, iplikler çürümüştü. Yakup’un gözleri görmüyordu artık. Zifiri bir karanlık oturdu gözbebeğinin içine. Olduğu yere çöktü, Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Yakup. Dükkânın tabanına damlayan gözyaşlarına, fanusun içinde yavaş yavaş parçalara ayrılan maden eşlik ediyordu.
Ömer Can Coşkun