Muhtekir ve obur kış mevsimi rüzgârın çatımıza savurduğu kar tanelerini umursamadan kıytırık bir soğuğu pazarlamaya çalışıyordu. Minimini ellerimize süzülen zavallı kar tanecikleri kardeşlerine kavuşamamanın ıstırabıyla eriyip kayboluyordu. Biz güldük sadece, küçüktük. Pencere kenarına geçip rüzgâr ile ıslık yarıştırdık. Dayıoğlum ve ben sadece küçüktük. Dikenlerin varlığından habersiz güldük.
Ertesi gün uyandığımızda her şey beyaz tılsımlara bürünmüştü. Sıvası dökülmüş ve cilalı evler, şaşalı ve daha mütevazı bahçeler, çıkmaz sokaklar ve cıvıl cıvıl caddelerde her şeyi eşitleyen ve insandaki en masum duygulara dokunan bir tılsımdı kar. Dışarı çıkıp bir kedinin patileriyle oluşturduğu patikayı takip ettik. Kedi çatımızın üstüne çıkmış sonra da oradan diğer evlerin çatısına atlayıp bizimle dalga geçmişti herhalde. Biliyor olmalıydı onu takip edemeyeceğimizi. Bunun başka türlü bir açıklaması olabilir miydi? Öylece senaryolar kurguladık işte. Zıpır bir şeydik ve büyükler bizi hep kıskandı. Çatıya tüneyen yaban arılarına karşı aldığımız gaziliğin bedeli olan küçük kızarıklara büyük tepkiler verdiler. Biz ise dua ettik “Allah’ım, bizi bu hikâyeden ayırma” diye.
Kar bitti sonra. Yaz geldi. Tek arkadaşım gitti. Eriyip buharlaştı ve gözüme yapıştı. Yaşarıp düştü toprağa ve taşlaştı. Yazın gündüzleri muhteris ve sahtedir. Geceleri hep yalnızlıkları devirir. Bu gayya kuyusuna taş attım bende sürekli delirip. Hayalî sergüzeştler aradım. Köşe kuytu yerlerde arandım.
Her gün farklı kişilikleri taklit ederek kendimi eğlendiriyor ve oynadığım her skeçte bütün rolleri kendim alıyordum. Annem ilk başta “Ne oluyor sana! Sokağa çık, oyna.” dedi. Yakaları bordo ve asabi, bakışları keskin, tonlaması baskıcı bir yargıca dönüştüm hemen “Evin haricinde vuku bulan ve yetkili makamlarca tespit edilip vakıanın önemine binaen fevrî bir şekilde basına beyanda bulunulan ve aile efradı arasında ‘aaa’, ‘ooo’ gibi kavi tesirler izhar eden malum havadisin kamunun haleti ruhiyesinde bıraktığı tesirler ancak şu mesut günlerimizde vücudiyetini azar azar terk ettiği içindir ki sevgili valideciğim pırpır eden kuş misali kalbinizi endişe kafesinde besleyip sizleri tedirgin etmek istemem.” Annemin cevabı ise kaşlarından birini narince kaldırıp “peki” demek oldu.
Haklıydılar belki. Dışarıdaki çocuklarla vakit geçirmek arkadaşsız kalmanın verdiği dipsiz yalnızlığa çare olabilirdi. Ancak evlerinde televizyon bulunan ve maç yapmaktan başka bir istidadı olmayan bu çocuklara güreşten bahsetmek bile başlı başına dertti. Birkaç elenseden sonra köşeye çekilip ağlar ve kündeden atılıp yere çalındıklarında ise evlerine koşup seni şikâyet ederlerdi. Üstüne, güreş yaparken sertliğimden şikâyet eden sabiler konu birbirini aşağılamak ve alay etmek vasıtası ile üstünlük taslamaya gelince ağza alınmayacak hakaretler yapıyor ve buna gülüyorlardı. Böyle davranmanın arkadaşlığımıza zarar vereceğini ve kaba bir davranış olduğunu söylediğim için beni “kız gibi” olmakla itham ediyorlardı. Köylü çocuğu belledikleri birisi olarak erkekliğin er meydanında olacağını öğretme çabam trajikomik olmaktan başka bir şey değildi. Kız gibiydim ve evde kaldım.
Şimdi dayıoğlum gittiğinde bile benimle kalan evin önünden geçiyorum. Orada duruyor işte çocukluğum. Elimi uzattığımda elime düşecek narin kar taneleri. Çocukluğumun kaydını tutan itaatkâr ve sessiz bir kara kutu. Muhbirlik yapma ihtimali olmayan bir kâtip. Gerçek bir sırdaş. Yanımdan ayrılmayan tek arkadaşımdın. Oysa sevimsiz bir plazanın önündeyim şu an. İçeri girip herkese elense çekmek istiyorum. Neredesin?
Bir kış günüydü. Gözlerimde ışıldadı alevler. Gözyaşlarım teselli etti gözlerimi. Bekledim. Kar tanecikleri gelecek ve bütün hatıralarımı kurtaracaktı yangından. Fakat muhtekir ve obur kış mevsimi tüm kar taneciklerini stokladı.
Herkesin bir hikâyesi vardı. Renkli, sıradan ya da lüks. Benim hikâyem yoktu. Bir yaz gecesi tek katlı bir gecekondu mışıl mışıl yandı.
Salih Özbay