Kahve içen adam, koltukta oturuyordu. Koltuk, eskiydi; adam, yorgun. Bir zamandır, çevresince yanlış anlaşıldığını düşünüyordu. Dalgınlığına geldiğinden çoğu defa ayağını çarptığı odasının kapı eşiği, onu yanlış anlıyordu. Tekme atmakla ayağının takılması arasındaki farkı anlamasını beklemek çok iş miydi? Sonra her bulaşıkta çatlattığı, kırdığı tabak, çanak ona, artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini ima eden keskin duruşlar sergiliyorlardı. Çöpe atılan, tezgâh altında gözden kaçıp unutulan ne kadar cam ve porselen parçası varsa hepsi, biraz küçümseme, biraz da hiddetle içleri içlerini yercesine duruyorlardı yerlerinde.
Evde, halinden memnunluğu su götürmez bir şekilde hareket etmeyen tek şey koltuktu. Çünkü bu koltuk, bir “oturgaç” değildi. Misafir koltuğuydu kendileri. Hem de tecrübeli bir misafir koltuğu… Adamın şaşaalı günlerinde, kimler ağırlanmadı ki üzerinde! Ne yazarlar, ne akademisyenler, ne müzisyenler, ne bohemler, neler neler… Bu suskun evin gürültülü üç eşyasından biriydi şimdi. En gevezesi, duvarda asılı duran ahşap saatti. Sarkacının hareketleri, bir türlü tik taklarıyla uyum sağlayamıyordu. Bu ritim bozukluğu bazen adamın, sarkacı izlerken hipnotize bir şekilde uyuklamasına, uyuklarken de eski günlere dair bir şeyler sayıklamasına yol açıyordu. İkinci çenesi düşük ise tuvalet kapısıydı. Kahve içen adamın üşengeçliğinden olsa gerek -ki başka bir ihtimale mahal yoktu- gıcırtısı duvarları deliyordu. Hele de geceleri… Alt kattakilerce bu, işkence olarak tanımlanıyordu ancak adam, her şikâyette, özür dilemekten başka bir şey yapmak için kılını dahi kıpırdatmıyordu; sanki özrü ile kapı menteşeleri kendiliğinden yağlanacaklardı. İlk üçe girenlerin sonuncusu olarak koltuk, yaylarının metalik sesiyle sessizliğe en yakın parçasıydı evin. Aslında sessizlik adamın bir parçasıydı. Adam da koltuğun, kahve ise adamın… Bu durumda sezgisel matematik, şunu söyleyebilir miydi: Adam, evdeki eşyalar arasında en sessizlerinden sadece biriydi.
Cüneyt Dal