Marjinal isteklerim, eylemlerim, düşüncelerim, hayallerim neredeyse hiç olmadı. Yani hayatımda hiç uzay mekiği yaptıktan sonra içine sinek koyup onu Mars’a göndermeyi düşünmedim. Ya da tüpün gaz kaçırıp kaçırmadığını kontrol etmek için çakmağı ateşe vermedim. Tek isteğim pastaneden aldığım kıymalı poğaçaların içinde kıyma olmasıydı. Hepsi bu.
Yine bu hayalin peşinde koştuğum bir sabah Halit abinin mekânına gittim. Selam verip içeri girdim ve gayet umutsuz bir şekilde iki kıymalı poğaça ve yanında limonata isteyip masaya oturdum. Uykunun yine hangi âlemlerde takıldığını bilmediğim bir gecenin sabahında beni kendime getirecek tek şey, içinde löp löp kıymanın olduğu iki poğaçaydı sadece. Bunu hak ediyordum. Halit abi hak ettiğim şeyi vermeliydi. Zira ondan poğaçanın içine külçe altın koymasını beklemiyordum.
Garson masama siparişlerimi bırakıp gittiğinde, seçim sonuçlarını büyük bir heyecanla bekleyip ‘acaba iktidar olacak mıyım?’ diyen bir liderin heyecanı vardı içimde. Heyecanımı karşılayacak kıymanın olması, hayatım için duble yollar, köprüler, yatırımlar, savunma sanayimde karşı konulmaz bir artış ve bunların toplamında elde edeceğim süper güce sahip olacağım demekti.
Önce besmele çektim. Sonra da “Allah’ım sen beni utandırma ya Rabbim!” diye dua ettim. Soğuk limonatadan büyük bir yudum alıp, poğaçaların içinde yatan hayallerimi görmek için ikisini de ortadan ikiye böldüm. Gördüğüm şey karşısında dünya dönmekten yorulduğunu belli ederek durmuş, yeryüzünde hareket eden ne varsa “Bu dünyanın yükünü ben mi çekeceğim be!” diyerek hareketlerini sona erdirmişti. Sadece nefes alışverişimi duyuyordum.
Poğaçanın içinde kıyma yoktu. Belki önümde poğaça bile yoktu. Anlayamıyordum. Hiçbir şeyi anlayamıyordum. Yıkılmıştım. Hayallerim kırılan cam parçaları gibi etrafa saçılmıştı ve üzerine basıp ayaklarımı kesmesin diye bir şey yapamıyordum. Dünyanın ve benim seyrimi değiştiren, bizleri büyük bir yıkımın altında yaşamaya mecbur eden kişinin Halit abinin olması da ayrı bir yıkımdı. Pos bıyıklarının altında anlamsız gülümsemeyle etrafa bakan, hızlı hızlı su böreklerini servise hazır hale getiren, her gün yıkattığı bembeyaz önlüğü giyen, gelen müşteriye “Vay benim abim gelmiş ne verem? Ha ne verem” diyen mahalle esnafı…
Ellerimle yüzümü kapayıp bir süre bekledim. Arada açıp poğaçalara bakıp acaba kıyma gelmiş mi diye bakıyordum. Bir süre bu şekilde bekledikten sonra “Yeter ya yeter, böyle iş olmaz olsun!” diyerek kapıyı sertçe kapatıp giden iştahımın peşinden koşmak için ayağa kalktım. Halit abi anlamsız gülümsemeyle bana bakıp “Asım’ım yememişin hayırdır? Beğenmedin mi yoksa?” diye sordu. Sönmüş bir yanardağın altını közleyen Halit abiye mağma tabakasından bulutlara yükselen ateşle sert bir bakış attım. Halit Abi şaşırmış “Ne oldu kardeşim?” diye sordu. Kasaya parayı bırakıp “Biliyor musun Halit Abi, ömrümü küresel sermayenin karşısında ayakta kalmaya çalışan küçük yerli esnafın yaşaması adına bir dünya yazılar yazdım ve bildiriler dağıttım. Ama bıktım artık. Bu kadar eylem karşısında, sipariş ettiğim kıymalı poğaçanın içinde kıyma görememek beni çileden çıkardı. Bunu neden bize yapıyorsun? Neden buraya kıyma hayaliyle gelen insanların hayallerine betonlar döküyorsun. Sana çok fena ayar oluyorum, bir daha buraya gelmeyeceğim.” diye kükredim. Halit abinin sözlerim karşısında pos bıyıklarında dökülmeler olduğunu fark ettim. Buna hiç mi hiç üzülmemiştim. Birazdan bu kapıdan çıkıp gittiğimde yeni bir müşteri gelecekti ve Halit abi ona yine “Vay benim abim gelmiş ne verem? Ha ne verem?” diyecekti. Benim için dünyanın sonu olan şey, onun için iki üç tel bıyık dökülmesinden başka bir şey olmayacaktı.
Halit abi “Aman Asım’ım bir sakin ol! Bu tepki ne böyle. Biz elimizden geldiğince ürünlerimiz iyi olsun diye uğraşıyoruz. Böyle deme vallahi şu narin kalbimi kırıyorsun.” dedi. Sözlerine devam etmek üzereyken, “Hişşş! Sakın devam etme Halit Abi! Neden biliyor musun? Çünkü inanırım!” deyip kapıyı vurduğum gibi çıktım.
Sinirim biraz olsun yatışmamıştı. Zaten neden yatışacaktı ki? Bunun için ortada bir sebep yoktu. Bir defa poğaçanın içinde de kıyma yoktu. Sonra cebimde fazladan para yoktu. Var olan tek şey, istediğim birçok şeyin yok olmasıydı. İnsanın elinde sadece yokun var olması pekte katlanılacak bir durum değildi açıkçası. Bu düşüncelerin eşlik ettiği yol boyunca sinirimi henüz yeni döşenmiş Arnavut kaldırımlara sağlı sollu adımlar atarak çıkardım.
Bütün gün boyunca serseri kurşun gibi dolaşıp durdum. Ayaklarıma kara sular inmiş, inen sular önce dereler, sonrasında da çağlayan ırmaklar oluşturmuştu. Dermanım, batmaya yüz tutmuş bir kayığa binmiş, beyaz bayrak sallayarak barış ve sükûnet istediğini haykırıyordu. Vücudumun bu serzenişine kayıtsız kalamadım ve eve döndüm.
Eve girip kendimi yatağa bıraktım. Uzun süre tavana baktım ve gün içerisinde olan şeyleri düşünmeye başladım. Yorgunluktan hareket edecek hali kalmayan vücudum bana hissettirmeden kontağı kapatmış, gerçek âlemden rüya âlemine yokuş aşağı hızlı bir giriş yapmamı sağlamıştı.
Rüyamda, yeşil bir vadinin ortasında oturmuş, etrafı izliyordum. Kuşlar uçuyor, sincaplar geziniyordu. Oldukça sıradan bir rüyaydı. Bir komodo ejderhasının elinde mikrofonla gelip Orhan Gencebay’dan “Bana Kaderimin Oyunu mu bu?” şarkısını söylemesi rüyayı hareketli hale getirebilirdi ama her şey gerçek hayatta olduğu gibi seyrediyordu. Bu sıradanlığı afili kılan tek bir şey vardı o da henüz müteahhitlerin bu araziyi keşfetmemiş ve saçma sapan binalar dikmemiş olmasıydı. Rüya içinde hissettiğim bu garip düşünceler devam ederken, karşıdan takım elbiseli birinin geldiğini gördüm. İstifimi hiç bozmadım. Yanıma gelip oturdu. “Beklenti nedir Asım bilir misin?” diye giriş yaptı. “Kafamı ütülememen ve geldiğin gibi geri dönmendir beklenti” dedim. “Doğru, bunu beklenti olarak sayabiliriz.” dedi. Karşıma geçmiş akademisyen edasıyla konuşan adama “Bana bak burası benim rüyam bana şekil yapmaya mı geldin sen? Zaten keyfim yok bırak da buranın tadını çıkarayım. Hiç tatava çekemem valla, haydi ikile deyip tersledim.” Karşımdaki züppe kılıklı adam şaşırmış bir vaziyette “Hey dostum sakin ol ve hemen o silahı yere indir. Buraya sorun çıkarmaya değil, konuşmaya geldim.” dedi. Kafamı önüme eğip elimdeki silahı gördüğümde şaşırdım. İşte rüya kendini göstermeye başlamıştı. “Eğer alnından nefes almak istemiyorsan çabuk konuş yoksa seni burada makarna süzgecine çeviririm lanet olası kravatlı!” diyerek bağırdım. Havaya girmiştim artık. Halit’e olan sinirimi çıkaracağım bir durum oluşmuştu.
Karşımdaki adam gülmeye başladı. Kravatını gevşetip, “Beklenti, belirsiz şartlar altında olması en muhtemel sayılan şeydir. Geleceğe ait bir inanç olan beklenti, gerçekçi olabilir veya olmayabilir. Beklenenden daha kötü bir sonuç hayal kırıklığı duygusu doğurur. Beklenmeyen bir şey gerçekleşirse bu bir süprizdir. Beklenti, kültürel altyapıya dayalıdır, neyin mümkün olabileceği, hem geçmiş deneyimlere hem de kültürel gelişim sonucu bireylerin hayal edebildiği olasılıklar tarafından belirlenir” diyerek konuştu. Söyledikleri ilgilimi çekmişti. Ama bugün yaşadığım olayla bunların ne alakası vardı? Halit abinin yapacağı tek şey poğaçanın içine biraz daha kıyma koymak olacaktı o kadar. Yine sinirlenmiştim. “Kardeşim sen ne zırvalıyorsun? Benim beklentimin altında ne kültürel altyapı var, ne de geleceğe olan inanç. Bunun konuyla ne alakası var? Bunları bana değil, gidip Halit’e anlat. İnsanların hayal kırıklığı duygusunu doğurtan ebe olmaktan vazgeçmesini söyle” diye bağırdım. Tam konuşmaya başlayacaktı ki, “Sen bana piyangodan mı çıktın ulan” deyip yumruğumu suratına indirdim. Sersemlemişti. Normal şartlarda olsa karşımdaki beni dövebilirdi ama rüya benimdi. Dayak yemeye de hiç niyetim yoktu. Adam yumruğumun verdiği sersemlikle geriye doğru bir kaç adım atıp ıslık çaldı. Gökyüzünden koca bir komodo ejderhası inip adamın yanına geldi. Vaziyet gittikçe garipleşmeye başlamıştı ki adam ejderhanın sırtına bindi. Bana dönüp “Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgâr soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir” dedi ve ejderhasına “deh” diyerek uçmaya başladı. Tam giderken “Kimsin sen ey yabancı? Adın ne?” diye bağırdım. Adam bana dönüp “Sana ne ulan!” diye bağırıp gökyüzüne doğru uçmaya devam etti. Bu tepki karşısında çok sinirlenmiştim. Onlara atmak için yerden taş aradım ama bulamadım. Bu süre zarfında da çoktan gökyüzünün maviliğine karışmışlardı.
Tekrar oturup olanları düşünmeye başlamıştım ki büyük bir gürültüyle gözlerimi hayata tekrar açtım. Kedim Bıldırcın masadaki vazoyu patisiyle aşağı atmış, kırılan parçalara bakıyordu. Sabah olmuştu. Bıldırcın’a mamasını verip, üstümü giyindim. Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamamıştım. Gerçekten de onun kim olduğunu merak etmiştim. Çantamı sırtıma takıp dışarı çıktım. Halit abinin mekânının önünden geçerken duraksadım. İçeri girip kıymalı poğaça sipariş etmek istiyordum. Resmen celladıma âşık olmuş gibi bir halim vardı. Hem rüyada beklentilerden bahsetmiştik. Belki bu sefer poğaçanın içinden kıyma çıkacak ve hayal kırıklığı yaşamayacaktım. Dünyanın en mutlu insanı olabilirdim. Hem çıkmasa kaybım olmayacaktı. İçimde yaşadığım bu çatışma sonrasında karar verip içeri girdim. Halit abi pek pas vermiyordu. “Hoş geldin Asım. Ne istersin?” dedi. “İki kıymalı poğaça, yanında da limonata istiyorum” deyip masaya oturdum.
Dün yaşadığım heyecanın daha fazlasını yaşıyordum. Beklentim düne göre çok daha fazla artmıştı. Heyecandan yerimde duramıyorum desem yalan söylememiş olurdum.
Garson gelip siparişi masaya bıraktı. Derin bir nefes alıp, besmele çektim ve iki poğaçayı da ortadan ikiye böldüm. Karşılaştığım manzara karşısında kalakalmıştım. Ne yapacağımı bilemez halde önce tavana bakıp, sonra poğaçalara bakıyordum. Bir süre bu şekilde yaptıktan sonra hızla masadan kalktım. Poğaçanın içinde yine bir iki kıyma parçası vardı. Dün yaşadığım yıkımdan daha büyük bir yıkım yaşadım. Halit’in önüne parayı bırakıp sert bir bakış attım. “Yazık be abi vallahi yazık! Sen duyguların katili bir adamsın! Bir daha gelmeyeceğim!” diye sinirle konuştum. Halit yine o saçma gülümsemesiyle bana bakıp “Ee Asım, Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Poğaçanın içinde kıymayı gören için kıymalı, görmeyen için kıymasızdır. Anladın mı?” dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. Bütün şaşkınlıkla kendimi dışarı attım ve vejetaryen olmaya karar verip Halit’e olan beklentimi tarihe gömdüm.
Süleyman Mete
6 Yorum