Kısa Metraj Seyyah

Daha iftara bir saat vardı. Ama şu durduğum nemli oda bana düşmanıymışım gibi davranıyordu. Ne yapacaktım? Attım kendimi dışarı. Bir saat bir o yana bir bu yana yürür dururum en fazla. Öyle de yaptım. Deprem olmuşçasına hızla çıktım evden. Yürümek benim gibi adamların baş tacıdır. Tacımı uzun süredir bıraktığım rafından kaldırdım. Küskündü bana biraz. Dargın olduğunu onu elime alınca yüzünü ekşitmesinden anladım. Ama biliyordum, biraz sonra ilk sokaktan Sultanbeyli yoluna dönünce keyfi yerine gelecekti. Çorapçı Avni dedeyi görünce ısrarla sağa döndürmüş olduğu başını bizden yana çevirecekti. Tamirci Öztürk abiyi görünce yüzü gülecekti. Siyahi saatçi kadını görünce keyfi yerine gelecekti. Tüm saydıklarım harfi harfine oldu ama bu seferde benim keyfim yoktu. Başımı öne eğdim. İftara kırk beş dakika var. Ama olmuyor ki böyle de dedim olmuyor ki… Şimdi sokaklar boşalmaya başladı. Sadece fırında pide kuyruğu var. Durun dedim durun! Siz giderseniz sokakların ne anlamı var? Kimse cevap vermedi bana. Olsun alışkındım buna. Dert etmedim pide kuyruğuna yollandım.  Ama benim canım pide yemek istemiyor ki. Bir aralık sıraya girip iftara 5 dakika kala kuyruğun en arkada duranına yerimi verme oyununu düşündüm. Vazgeçtim. Açlık başıma vuruyordu. Hem zaten dudaklarım çatlamış, sesim soluğum çıkmaz olmuştu.

Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor.

Duyuyorum. Görüyorum. Burada değil ama uzaklarda bir yerlerde birileri iftar melodileri bırakıyor havaya. Gideyim o zaman, ben de uzaklara gideyim. Yapmadığım şey mi ya hu? Uzaklara gitmeyi de severim uzaklardan gelmeyi de. Trafik işaretlerini de severim. Kuş isimli arabaları da. Otobüsleri hele daha çok sahiplenirim. Otobüs şoförlerine asla çıkışmam. Birisi onlara ters yapınca gözlerim bile dolar. Kızarım o zaman insanlara. Onlar beni uzaklara götüren meslek erbapları! Rahat bırakın onları! Serseriler sizi, hergeleler!

Haydi bre Samandıra’nın tek tabancası! Ne beklersin melun melun! Koş bin bir uzaklara götürme oturgaçlı götürgecine!

Buna er meydanı derler bunda söz olmaz
Bu yolun erkânı hünkârdan gelir (Yandım Amman)

Türküsünü söyleye söyleye fırından uzaklaştım. Hani bana dikkat eden biri olsa ya meczup sanır ya da “vah yazık, oruç başına vurmuş” derdi.

Otobüs geldi. Yarısının yüzünde oruç yorgunluğu olan insanların arasından geçip kendime bir yer buldum. Bu otobüste garip bir şeyler vardı sanki.  Bakın diyorum ki garip bir şeyler… Belki sıradanlığın en demli halidir bu otobüs sana göre. Ama baksana bu zaten garip olan değil mi? Birazdan iftar olacak, yani bayram olacak, yani sigaralar yanacak, demek istiyorum ki düşünceler başlayacak bu sefer oruca.

Otobüsün içinde kimseyi umursamadan başladım şarkıya:

Yine bindim arabama öyle hızlı gidiyorum ki
Geride kalır aynada hızla geçer tüm gerçekler

Gerçekler! Hakikat! Bana bunu anlat! Tamam, reddetmiyorum bana esmeyi de anlat esip geçmeyi de anlat ama yalvarırım gerçekleri de anlat! Hakikati yapıştır suratıma. Muhammed Ali gibi olsun yumruğun. Hatta ve hatta bunca zaman birçok şeyi duymayan kulağımı ısır Tyson gibi. Sonra otobüsün motor mevkiine tükür. Ben kulaklarımdan ağzıma süzülen kana aldırmadan güleyim. Hatta kahkahalar atayım.

Hahahahahahahay!!! Hahahay!ahahay! hay hay hay!

Belki ağlarım.

Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor.

Otobüs Kadıköy’e doğru dönünce daha iyi anlıyorum bunu.  Uzaklarda birileri bir şeylerin türküsünü söylüyor. Benden izinsiz hem de. Bana aldırmadan. Umursamadan.

– Allahu Ekber, Allahu Ekber!

Ezan okundu. Kadıköy’e varmamıza on dakika var. Ne yapayım ki dedim kendi kendime. Şu yanımda sabahtan beri ağzından salyalar aka aka uyuyan çocuğun jelibonunu mu istesem? Yoksa az önce yaşlı ağzıyla şapırdata şapırdata su içen şu ninenin pet şişesine mi dadansam?

(Fren. Rıhtım. Sahilin leş kokusu. Hızlı adımlar. Kırmızı ışıkta geçen bit yavruları. Kadınlar. Kırmızı ışıkta geçmeyen kadınlar. Adamlar. Serseriler. Çingeneler. Çiçek. Böcek. Ben. Ben. Bir de ben. İftar.)

Cııoosss (bu kibrit sesi oluyor) Sigaramı yaktım. Dumanına da öyle bir baktım ki. Anlatmayım şimdi bunları.

Yürümeye devam. Bahsettiğim türkülerden biri burada okunuyor sanırım. Biri klarnete sarılmış. Bir şeyler öttürüyor. Kulak tırmalayıcı şeyler. Diğeri gitarıyla eşlik ediyor ona. Bu, bu nedir bu? Sanat mı? Sanat mıydı bu? Ne diyordu ki bana? Ne söylüyordu?  Bağırdım o an. Kimseyi düşünmeden bağırdım!!!

– Andreeeeeeeeey!!!! What is art!

Andrey önünde bulunduğum bankın altından çıktı. Elime aldım onu. Şu an elimde Tarkovsky’nin 24 kat küçülmüş hali duruyordu. Parmak yönetmen Tarko.  Fakat Tarko susuyordu. Konuşmuyordu. Başını öne eğdi. Cevap ver Tarko dedim. Bana cevap ver. Nedir sanat? Klarnet mi? Opera mı? Türkü mü? Mutrib mi? Çengi mi? Tarko n’lour söyle! N’olur!

Ses etmedi size yemin ederim ses etmedi. Rüzgârsız havada üç milim kımıldayan bir yaprak kadar bile ses çıkarmadı. Yüzüm düştü. O esnada çatallı bir ses duydum. Sanki bir hatip seslendi sandım.

– Yiğidim bak hele buraya!

Bankın üstünden biri el sallıyordu bana. Bu Necip Fazıl’dı! İnanamadım. Tarko beni çimdikle dedim. Tarko eğilip avucumu sertçe ısırdı. Canım çok yandı ama görüntüler hâlâ değişmemişti. Üstat gülümseyerek bana bakıyordu. Bir avucuma da onu aldım ve üstat şunları söyledi:

Anladım işi; sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış

Tarko başını aşağı yukarı sallayıp üstada onay verdi. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Tarko’yu gömleğimin sağ cebine, Necip Fazıl’ı sol cebime koyup yola koyuldum. Bu yürüyüşlerimin en güzeliydi. Hem güzel olacaktı tabiî, kısa metraj seyyah değil miydim ben? Öyleydim, öyleydim, bal gibi de öyleydim.

Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor
..dönence..
Duyuyorum biliyorum görüyorum dönence
Dönence gün dönende dönence
Bir gün gelecek dönence biliyorum

Emrah Mete

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir