“Kalpten kalbe bir yol vardır
Gözünen görünmez sırdır”
Nisanın başı… Tekrar tekrar başlayan yağmurlu bir günün sabahıydı. Masasının başında oturan iri yapılı, mavi gömlekli genç adam, kederli başını avuçlarının arasına yerleştirmişti. Gözlerini kapattı. Bir iki damla yaş gözlerinden yanağına doğru süzüldü. Genç adam bir gören olmasından korktu, hızlıca silkelendi. Üzülmeyeceğim diye geçirdi içinden. “Hem üzülmeye hakkım yok.”
Kesilen yağmur bu kez çok şiddetli başladı. Damlaların sesi içini doldurdu. Yüreği kabardı. Ne yapacağını bilemedi. Kısa bir zaman boşluğa baktı. Kulaklıklarını taktı, bilgisayarından bir ney dinletisi açtı. Neyin sesine yerleştirmek istedi hüzün ve kederini, olmadı. Gömleğinin yakasını gevşetti. Kol düğümlerini açarken biri yere düştü, tıpkı umudu gibi. Böyle dedi kendi kendine; “Tıpkı umudum gibi.”
Saate baktı. Dokuz olmuştu. İki saattir hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Kalktı duvarda asılı duran iki raflı küçük kitaplıktan bir kitap aldı. Rasgele bir sayfa açtı. Mısra şöyleydi;
“Hayat bir boş rüyaymış”
Genç adamın yüreği sızladı. Sızısını sanki eline almış ve kaçırmaktan korkarmış gibi yumruğunu sıktı. Onu bu halde görseler öfkeli sanırlardı. Öfke, her zaman yaptığı gibi kırgınlığın altına saklanmış bekliyordu. Genç adamın haberi yoktu. Yutkundu. Dışarı çıktı. Yağmur yavaşlamıştı. Sesinde herkesin duyamayacağı bir tını vardı. Ve sanki durmaksızın “hayat bir boş rüyaymış” diyordu. Toprak kokusu her yeri sardı. Adam kokuya ve sese dikkat kesildi. Anladı. Yumruğu yavaş yavaş açıldı.
Tutmadı kendini. Ağladı. Kırgınlığını Allah’a anlattıkça anlattı. Genç adamın öfkesi, merhamet oluverdi. Daha çok ağladı. Sanki kırgınlığını kucakladı. Gök aralandı. Bulutlar kayboldu. Artık vakit ikindiydi. Genç adam kırgınlığının kaynağını özledi. Nice zaman kırılacaktı, biliyordu. Öğrenmişti, hep Allah’a anlatacaktı, hep ağlayacaktı.
Batan güneşe baktı. Delirmemek akıllı adam işi değil, dedi gönlü. Şaşırdı. Bu şaşkınlığın hazzı ona kırgınlığını, kırgınlığının kaynağını ve en nihayetinde kederini unutturmuştu.
Çok zamanlar geçti.
Genç adam ikindileri aştı, geceyi dost bilir oldu.
Tüm dünyayı gündüzde bırakıyor. Gecede umuda bir kapı buluyordu.
Ilık bir nisan gecesi… Saat üçtü. Işıklar bir bir söndü. Genç adam beyaz gömleği ve elinde mor menekşesiyle yokuşun başındaki beyaz boyalı evin yanında belirdi. Evin önündeki sarı sokak lambası aheste siyah saçlarına düşüyor, kendisinden heybetli bir mağrur gölgeye kaynaklık ediyordu. Gölgesini arkasına alarak mütebessim yürümeye başladı. Bir siyah kedi miyavlayarak yanından geçti. Adam kedinin yokuşu tırmanışını seyretti. Gülümsedi. Kısa, tane tane dişleri bir beyaz ışık saçtı. Sarı ışık utanıverdi. Hayalinde bir hatıra, önemsiz, ziyansız, zamansız, gülümseyerek yoluna devam etti. Yokuş inmekle bitmiyordu. Ilık bir rüzgâr esti. Yolun kenarındaki şeftali ağacının çiçeklerini savurdu. Adam gizliden kederlendi. Bir türkü tutturdu, yârine uzandı. Yâri hissetti.
Uzun sürmedi. Unutmayı öğrenen adam unuttu yârini. Göğe baktı. Yıldızları sevdi, şiirler yazdı. Yâri unutulduğunu hissetti. Sevindi…
Beşti. Vakit seherdi. Nasıl olduysa oldu. Adam yârini yedi tepeli bir şehrin bilmem hangi yokuşunda yanında mor menekşesiyle başı gökyüzünde ve gülümseyerek, terk etti.
Tüm hikâyesini kim için yazacağını biliyordu artık. Ve umudun nerede olduğunu.
Yâri terkedildiğini hissetti.
Yâri, günlerce sevindi, sevindi. İnsan terk edilmekle sürura erer mi? Aklı olan ererdi.
Genç adamın terk ettiklerinden bir yol yazıldı ikisine, göklerden hediyeler yağdı, bir hikâye sahibine teslim edilince güzelleşti.
Artık sevebileceklerdi…
Ayşe Sever
Resim: Isaac Levitan
10 Yorum