Kibrit Çöpünden Vapur İskeleleri

2. Bölüm

Yüzü duvara dönüktü. Elini yanağının altına almış uyuyordu. Ben de böyle uyurdum. Fakat şimdi, yıllar sonra karşıma çıkan bu adamı düşünmekten kendimi alıkoyup uyuyamıyordum.

Uyumadan önce duvara bakar, yıldızlar görürdüm küçükken. Pembe ve mavi yıldızlar kayıp giderlerdi gözümün önünden. Korktuğum geceler, yorganı başıma kadar çekip yıldızlara bakardım o karanlıkta. Acaba şimdi neredeydiler? Kısa gelen pantolonumun cebinden çıkan hayallerimdi onlar. Ve şimdi, yıllar sonra karanlık bir yurt odasında duvardaki yıldızlara bakıp geçmişi yâd ediyor, gelecek planları yapıyordum. Kim bilir kaç yıl olmuştu iki kişilik hayaller kurmayalı…

Yastığı duvarla arama koyup sırtımı yasladım. Saat üçü geçiyordu. Ay, odanın içini aydınlatıyor sayılırdı neredeyse. Ben, boş gözlerle odayı süzüyordum. Bahsi geçtiği üzere, güneş alan, büyük pencereli bir odaydı bizimkisi. Duvara dayalı şekilde karşılıklı duran iki ranza vardı. Ufuk ve Kaan hatırasını silemedikleri bir olay yüzünden alt kısımlarda yatıyorlardı. Tam olarak hatırlamıyorum fakat bir deprem bahsi vardı olayda. İkisi de enkaz altından canlı çıkarılmış. Yara izleri hâlâ taze. Bazı insanlar yaşamaya tecrübeli doğarlar.

Ranzadan inip pencereyi açtım. Sert bir rüzgâr esiyordu. İyice sarktım pencereden.

İnsan mükemmel kurgulanmış bir hikâyedir, dedim. Ben çok konuşurdum kendimle eskiden. Herkes afili bir ölüm bakardı kataloglardan. Pahalı sigaralar görmek bana altından tabutları hatırlatırdı. Çünkü zenginler, fakirlere, ölümü yukarıdan bakarak dağıtır.

Birden pencerenin diğer kanadında Osman beliriverdi.

– Ölüme koşuyoruz, dedi. Çünkü hiç durağımız yok.

Dayak yemenin duygusal sonuçlar doğurabileceği ihtimali midir, bilmiyordum. Nasıl cevap vermeliyim, onu da bilmiyordum.

– Öleceğimizi bilmesek çok sıkılırdık, dedim.

Bir yerlerde bir plak dönüyor ve Ali Şenozan, “Bu aşkın sonunda ayrılık varsa, gideceksen eğer gelme sevgili” diyor gibiydi.

Çevik bir hareketle pervaza oturup ayaklarını aşağı doğru sallandırdı Osman. Biz işte, kendimizce dünyaya meydan okur, ölümle kendimizi korkuturduk gençken. İnsan en çok ortada kimsecikler yokken kafa tutar.

– Ölürken hiçbir şey düşünmek istemiyorum, dedi Osman. Hayatımın film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesin mesela. Yıllarca ölmek için yaşıyorsun ve sonra tam da o an… Ne acı!

– Ölmek otobüse binip gitmektir işte, dedim. Biz sadece hareket saatinden bîhaber yolcularız. Ve fakat vakit tamam olduğunda belki bu şehr-i İstanbul’a bir dönüp bakmaz isteriz, kim bilir.

Çok dişe dokunur bir şey söylediğimi düşünmüyordum. Zaten sustuk. Dağıldık. İkimizde ranzalarımıza dönüp, duvara karşı uykuya meylettik. Çünkü insan bilgece laflar edemezdi her zaman.

***

Berbat bir geceydi. Defalarca öldüm. Yıllar sonra ilk kez bu denli uyku ile uyanıklık arasındaydım. Tavanın beyazlığı, o hep bahsi geçen tünelin sonu gibi geliyordu ve gözlerim kamaşıyordu. Güneş doğalı en fazla yarım saat geçmiş olmalıydı. Ellerimle yüzümü kapatıp akşamdan kalma pozu verdim, sonra hışımla doğruldum.

Pek rahat bir gece geçirdiğim söylenemezdi. Henüz parçası olduğum yap-bozu bulamadığımdan, tam manasıyla yerimi yadırgayamıyordum. Uyumamış olsaydım ve hatta çıkıp ıssız sokaklarda dolaşmış olsaydım, Osman’ın hasımlarıyla bile karşılaşmış olsaydım, başıma daha az iş açardım diye düşünüyordum. Sıkça ölümü düşünüyordum bu aralar. Çarşaf ile pike yer değiştirmişti neredeyse. Terlemiştim ve uzayan saçlarım parmaklarımın arasında kalıyordu. Beni canlı hissettiren ilk şey üşüyor olmamdı. Doğrulup odaya baktığımda pencerenin tek kanadı açıktı ve Osman yarım bıraktığı kitabı yüzüstü masaya koyup ranzadan aşağı inerken göz ucuyla bana baktı. Pencerenin diğer kanadını açıp tam karşısına oturdum.

Elimi masa lambasına götürdüm, en az bir kaç saatin sıcaklığı vardı üzerinde.

– Neden uyumadın?

– Yeterince duvarı seyrettikten sonra kalkıp bir şeyler okumaya karar verdim.

“Berbat görünüyorsun.” dedim. Benim de harikulade bir gece geçirdiğim söylenemezdi ve ben bunu dün yediği dayaktan tamamen bihabermişim gibi söyledim. Gözaltlarında torbalar vardı, gözleri kızarmıştı. Hiç morluk yoktu neredeyse ve bir kaç ezik iyileşmeye başlamıştı bile. Yumruklar özenle inmiş olmalıydı.

– Senin de iyi bir gece geçirdiğini sanmıyorum.

Gayriihtiyârî aynaya yöneldim. Alnım kırışmıştı, bunu o berbat yastığa mâl edebilirdim. Gözlerim şişmiş ve altlarında Osmanınkileri aratmayacak torbalar vardı. Bir gecede bir kaç kez ölmüştüm. Tişörtümü aralayıp, boğazımda ip izi olup olmadığına baktım. Aptal gibi hissettim o an. Bilinçli veya bilinçsiz şekilde yani bir şekilde canıma kastım vardı. Fakat metabolizmamın bunu bu kadar ciddiye aldığını sanmıyordum.

Acı kahveler içiyorduk. Şu sıralar her şey berbat gidiyordu ve yurt yemekleri de yeterince tatsızdı. Ucuz bir yurttu nihayetinde. Barınmak ve uyku açan kahveleri için para ödüyorduk, bir numarası yoktu. Caddeyi ve yıldızları görebiliyorduk, bulutların insafına kalmıştı. Yataklarda berbattı. Birkaç kez halıda yatmıştım. Fakat bel ağrılarımın dayanılmazlığı buna bir son vermem gerektiğini iğneleyici bir dille anlatmıştı. Sonunda yine ranzama döndüm.

Garip bir sessizlik vardı odada ve birilerinin bir şey yapması gerekiyordu sanki. Bir şarkı açtım.

– I used to shoot you down…

Bitti. Pek bir şey değiştirmemişti.

Henüz bir şeyler yememiştik ve son bir ayda yedi kilo vermiştim. Eriyor gibi hissediyordum. Günden güne iskeletimin ortaya çıkacağını, sonra bir gün tamamen kaybolacağımı… Elimi başıma koyup, böyle bir rüya görüp görmediğimi düşündüm. Uzun boylu değildim, kısa da sayılmazdım. Sağlıklı beslenmiyordum da. Sabahları poğaça ile bir kahve. En az bir kaç yıl daha bedenim benden nefret edecekti.

Kaan ve Ufuk henüz uyanmışlardı. Yurttan çıkıp az ilerideki fırına gittim, on poğaça aldım. Döndüğümde masanın üstü toparlanmış, Osman kitabını yatağa fırlatmış ve Ufuk iki çay ve kahve ile pencere kenarına kurulmuştu. Kaan bir şeyler anlatıyordu, Beşiktaş maçındaki hakem hataları, Ankara’da vurulan esnaf, Ferhat ile Şirin… Arada bir soru soruyordum. Beşiktaş hep kaybedendi onun gözünde. Karşılarına dünyayı aldıklarından bahsediyordu. Osman çıt çıkarmıyordu. Ufuk da öyle. Dışarı bakıyordu, kahve içiyordu ve susuyordu. Ufuk hazırlanmak için kalktı, Kaan gazete kâğıtlarını topladı ve beraber çıktılar.

Hiçbir şeyin sesi yoktu o an kâinatta. Yel dahi esmiyordu pencereden. Osman’ın sağ gözünden bir yaş süzüldü yere. Yer çekimine daha fazla karşı koyamamıştı belki. Altı yıl fizik dersi almıştım bu anı anlamlandırabilmek için. Fena afallamıştım. Söyleyecek bir şey yoktu, teskin edecek değildim. Fakat ikinci kez boşluğa basmış gibi hissediyordum. Aceleyle odadan çıktım. Sonraki dört gün Osman’ı hiç görmedim.

Bilal Taş

1. Bölüm

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • mta , 17/01/2016

    “yeni yüzyılın gogol’u”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir