İkindi vakti, bahçede yaz aylarının rutini olan semaver yakma işiyle meşgulüm. Babamla annem oturmuş sohbet ediyorlar. Çocuklar oradan oraya koşup oynuyor. Gök bir ara kapanıyor ve hafif bir yağmur serpiştiriyor. Bir an tedirgin oluyorum, acaba semaveri hiç tutuşturmasam mı? Bu tedirginliğimi önce göğe sonra da babamın gözlerine çeviriyorum. “Rahmettir, ama uzun sürmez, durur birazdan inşallah” diyor. İçim rahatlıyor. Kibriti çakıp kâğıdı tutuşturuyorum, ilkin biraz duman kaplıyor ortalığı, sonra birden tutuşan ağaçlar dumanı sarı bir aleve çeviriyor. Annem yanan ağaç çıtırtısını bastırıp; “oğlum üstünü kirletme, annen sabah değiştirdi” diyor küçük yeğenime. Çocuk, oyunla uyarı arasında kısa bir süre kalıyor, sonra çocuk olarak yapılabilecek daha mantıklı bir şey bulamamış olmanın haklılığıyla yeniden eliyle biraz kum alıp kendince oynuyor.
Bahçe kapısı aniden açılıyor ve komşumuz Fâtıma teyze korkmuş, tedirgin, çaresiz bir tavırla babama; “Bizim bey ağırlaştı, gelip başında bir Yâsîn okusanız” diyor. Ölümün her şeyi soğutan o tılsımı, bir anda henüz demlenmemiş çayı buz gibi yapıyor. Babam hemen kalkıp yanıma yaklaşarak “İmam efendiye haber ver, hazırlıklı olsunlar” deyip hızlı adımlarla gidiyor, annem de peşinden… Evdekilere; “Çocuklara göz-kulak olun kendilerini yakmasınlar” deyip ben de hızla imamın evine gidiyorum.
Babam, annem, ben, imam, Fâtıma Teyze… Hepimiz ölümün soğuk yüzünü kendine yüklenen vazifenin ağırlığıyla karşılamaya çalışıyoruz. Mahalle bir anda ıssız bir mezarlığa dönüyor ve hastanın, sokağın başındaki evi koca bir mezar taşı gibi duruyor.
Eve yaklaştığımızda içerden gelen içli bir çığlık sesi insan acziyetinin belirtisi olarak kulaklarımıza çarpıyor. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyor hoca kısık bir sesle. Mahalleli toplanıp son vazifeler yapılıyor. Mezarlık yolunda yağmur yeniden başlıyor; fakat bu sefer hiç dursun istemiyorum. Nedense böyle zamanlarda insan gökten hep somut bir şeyler bekler. Mezarlığa varıp mevtayı önceden kazılmış mezara defnediyoruz. İmam efendi mezarın başında Mülk suresini okuyor, sonra mahalleye dönüyoruz.
Yeğenim koşarak yanıma geliyor. “Amca nereye gittiniz hepiniz” diye soruyor? Bir çocuğa ölüm nasıl anlatılır, bilmiyorum. “Annemler konuşurken duydum, Sadık amca ölmüş onu mezara koymaya gitmişsiniz öyle mi?” “Evet Sadık amca artık orada kalacak” diyorum. “İyi de amca, yağmur yağdı, her yer çamur, Sadık amcanın üstü kirlenmez mi?” diye soruyor? “Hayır amcacım, ölüler kirlenmez, kirlenmek sadece yaşarken olur” deyiveriyorum. “Keşke yaşarken de kirlenmesek, annem ve nenem çok kızıyorlar” diyor. Dudaklarımdan sadece bir “keşke” dökülüyor o an.
Ömer Ertürk
2 Yorum