Mehmet Erikli’nin yakında çıkacak “Boşluk Kuruntusu” adlı kitabından bir öykü…
***
Güneşin yarım yamalak doğup yükselemediği ta şu karşı tepelerle bu ömür törpüsü harabe arasında günlük beş on lira kazanayım diye kekik toplayan bir ihtiyar var dediler. Hemen yetiştim onun yöresine ve dinledim türküsünü. Nağmesiz bir vakti örüyordu; yalın, kendi seyrini bulmuş… Böyle ilginç insanların peşi sıra gidip duruyorum işte. Fakat ihtiyar sağırdı. Sonradan olmuş böyle. Kısaca anlattılar hikâyesini. Bir vakit kekik toplarken dağ hayvanları sarmış çevresini. Heybesini fırlatıp, tabanları kalaylayıp koşamamış ki zavallı, orada öylece kala kalmış. Hem nasıl koşsun ki, bu ihtiyar hâliyle? Neyse bereket versin bir şeycikler yapmamışlar ihtiyara. Gün devrilmek üzereyken varmış evine. Vurmuş kafayı yatmış aşağı. Ertesi günün sabahında hiçbir şey işitemediğini fark edince, telaşsız, tasasız heybesini kaptığı gibi tekrar vurmuş kendini dağ yoluna. “Hem ne olacak bu saatten sonra bana” deyip kekik toplamayı sürdürmüş. “Belki uyumadan yaşayabilirim fakat kekiksiz yaşayamam” diyen ihtiyar, harabenin en geniş duvarına da şöyle bir laf asmış “Her birinizin ölümle kan bağı vardır. Fakat ben onunla evliyim.” “Ne laf ne laf…” Nesim Dayı dedikleri bir arkadaşından başka kimsesi olmayan bu İhtiyarın dışarıdan bakıldığında onu rahatsız eden fazlalıklara rağmen keyfi paşada bile yoktu. Yokluk, bir başınalık, sağırlık derken dünyasını çok zaman önce değiştirmiş olan İhtiyar, kendi dünyasını değiştirmeden herkesin dünyasını iyileştirmeyi de istemiş midir, bilemem ama onun ara ara duraklamaları beni oldukça tedirgin etmişti. Çayı koyan ihtiyar, Nesim Dayı’ya da seslendi. Ağzında gevelediği kelimeler öyle boğuk çıkıyordu ki kusuyor sanırdınız. Sonradan sağır olduğu için konuşabiliyordu fakat hiçbir sesi işitememek onun dilini kilitlemişti. Zaten yanı başında bir tek Nesim Dayı vardı. Çayın suyu, sobanın üzerinde fokurdarken Nesim Dayı içeriye girdi. Sanki yan odadan gelmiş gibi… Zil yok, kapı var fakat kildi yok, kapanmaz… Soba bir içeriyi, iki dışarıyı ısıtıyordu. İçerideki keskin kekik kokusu ciğerlerime o kadar dolmuştu ki uzun süre nefesim kekik kokabilirdi. İçtiğim çay da kekik kokuyordu. Hâsılı evdeki her eşyaya sinen bu kesif koku teneşirde bile paklansa İhtiyarın üzerinden de çıkmayacaktı. Yerdeki, kurumak üzere serilmiş olan kekikler beni 90’lı yıllara kadar götürdü. Koku, anımsamaların anası olunca ufacık bir ayrıntı bile pat diye önünde bitiveriyor insanın. Hey gidi günler. Rahmetli Babaannem, dedemle birlikte bağdan topladığımız kekikleri evin en geniş odasına yayardı, kurumaları için. Günlerce kurumaları beklenen kekikler kıvama gelince, bir leğen içine ufalanırdı. Satmazdık kekikleri. Kıymanın içine konulurdu bizim evde. Tazecik kekikle yoğrulmuş köftenin tadını hiç sormayın. Başka yemeklere de katılırdı. Eşe dosta dağıtılırdı. O vakitler ben de kekik toplayıp ilerde satar para kazanırım diye hayaller kuruyordum. Köftecilere, esnaf lokantalarına, Pazar müşterilerine… Öyle zihnime sığmayacak hayallerle meşgul etmiyordum kendimi. Sadece kekik… İhtiyar öksürünce uykudan suyla uyandırılan biri gibi sıçrayıverdim. Hep mi böyle olur? Böyle oldu. “Ne için geldin delikanlı?” diyen Nesim Dayı’ya kekik için yanıtını verince, “buraya kadar geldiğine göre çuval çuval alacaksın herhal.” dedi. Yok diyemedim, birkaç çuval alacağım dedim. “İyi, iyi” dedi ve sonra İhtiyara dönüp boğuluyormuş gibi konuştu. İhtiyar birkaç manasız (ya da ben o hareketlere ad biçemediğim için olacak) el kol hareketi yaptı. İşaret dili gibiydi. En fazla böyle adlandırmıştım. Nesim Dayı “Gel ben sana kekik tartayım” deyince çuvalları şehre nasıl taşıyacağımı düşündüm kara kara. Şimdi vazgeçtim, almayacağım da diyemezdim. Hem ihtiyaçları da vardı. Ne yapsam bilemedim. Biraz daha soluklanalım tartarız deyiverdim. “peki, biz kaçmıyoz ya burdayız işte” dedi Nesim Dayı. Belki de bu dağın eteklerindeki bu köyde dağ kekiği toplayan son kişiydi ihtiyar. Bilemiyorum. Benim işim ise çalıştığım dergi için röportajlar yapmaktı. Nesim dayı ve röportaj yapmak istediğim ihtiyar (ismini henüz bilmiyorum çünkü ona buralarda herkes ihtiyar diyor ve ismini soranlarla da hiç mi hiç konuşmuyor.) bana dikkat kesilmiş bakarken ben de onları daha fazla kuşkulandırmamak adına söze derin bir nefes çektikten sonra başladım. “Şey, kem küm, şu hani, şey meselesi üzerine, hani kekik, kem küm, küm kem…” Nesim Dayı “de diyeceğini de biz de işimize bakalım.” deyince tekrar bir nefes çektim ve başladım. “Neredeyim ben?” “Bunu biz de bilmiyoruz” diyen ihtiyar gözüme an be an daha sevimsiz gelmeye başlamıştı. Algım dağılıyor ve sanki söylemek istediklerimi dillendiremiyordum. “Bir dergi için röportaj…” Nesim Dayı’yı gözümün önünden kaybediyordum, ihtiyar suratıma kilitlediği gözleriyle aynı şeyi tekrarlıyordu “Burası diye bir yer yok, burası diye bir yer yok…” Her şeyin uykumda bir karşılığı olmasını o kadar isterdim ki, o kadar… “Genç iyi misin, iyi misin, misin misin? Hey, heyy, genç!”
***
Hastaneleri ne kadar sevmiyorsam, mezarları o kadar seviyordum. Gene hastane odası, gene ilaç, iğne, serum ve yaşamsızlık…
– Raşit Bey kendinizi iyi sayabilir misiniz?
– Ne güzel! Soru kalıbı değişmiş. Haha. Kaça kadar?
– Keyfiniz yerinde olduğuna göre…
– Ha yok ne keyfi be, bu da keyif mi?
– Şimdi bu günün son ilacını içmelisiniz.
– Hayır.
– ……
O ilacı içmeye devam etmedim. Zaten haplarımı içmeye devam etmediğim için hayatım nerede olursam olayım aniden makasla kesiliyor. Beynimde elektrikler kesilmeden önce küçücük bir işaret dahi göremiyorum. Sadece heyecanlandığım anlarda ve stres altında bu nöbeti sıklıkla yaşayacağımı biliyorum. Hastalığımın ne olduğunu saptayamamış hekimler fenalaşıp hastaneye geldiğim zamanlarda beni ilaçlara boğuyor. Belli olmayan bir hastalığı belli belirsiz haplarla kıskıvrak yakalamaya çalışan hekimlere diyecek bir şeyim yok, çünkü onlar benim iyi olmam için uğraş veriyor. Denilenlere bakılırsa hayatıma devam edebilmem için (kesintisiz bir biçimde) bana verdikleri hapları yutmalıymışım. Yoksa böyle olmadık zamanlarda kötüleşip kötüleşip dururmuşum. Bunun sonu yokmuş. En azından teşhis konulana kadar… İşin kötüsü dergi için röportaj yapmaya gittiğim sırada bu olayın başıma gelmesiydi. İş arkadaşlarım ve tabiî derginin imtiyaz sahibi de benim bu sıkıntımın varlığından habersizdi. Artık öğrenmiş oldular. Bu şekilde çalışamazmışım. Derhal hastaneye yatıp tedaviye cevap verene kadar müşahede altında tutulmam lazımmış mış mış… Benim imtiyazım olmadığından şimdi dımdızlak ortada kalmış biriyim. İşsizim. Tabiî söylemesi kolay! Kimse bilmez o ilaçların vücuduma yaptıklarını. Derim renk değiştirdi resmen, vücudumdaki kıllar döküldü (bu birçok kişi için istenen bir sonuç olsa da bu şekilde olmasını kim ister ki?) ve bazen derim sanki yanıyormuş gibi oluyor. Dergi’nin yazı işleri müdürünü çalışabileceğime bir parça ikna etmiş olsam da imtiyaz sahibi buna onay vermedi. Sorumluluk alamaz mış mış mış da görevdeyken ölebilirmişim mişim mişim de sonra maazallah başlarına kalırmışım mışım mışım… Tanıdığınız ya da beni tavsiye edebileceğiniz bir imtiyaz sahibi dergici var mı? Acil çalışmalıyım. Vakit kötü. İlaçsızlıktan değil de açlıktan ölebilirim. Çağ, artık açlıktan ölme çağı ve ben mezarları hastanelerden çok sevsem de oraya erkenden gitmek istemiyorum. Berzah’a hazır değilim.
Mehmet Erikli
2 Yorum