Korkma, Ömer Can Coşkun seni anlatmıyor…
***
Belediyenin insanlar yürüsün niyetiyle yaptığı, garibanınsa ekmek teknesi olarak kullandığı, herkesin bağıra çağıra elindekileri satmaya çalıştığı kaldırımlarda hem çalışıyor hem de yaşıyordu Selim. İşportacıların, günlük mal satanların, aniden başlayan yağmurla aniden ortaya çıkan şemsiye satıcılarının, milli piyangocuların, hayatı piyango olmuş insanların arasında senelerdir bıkmadan usanmadan aynı soruyu tekrar ediyordu:
– Tartalım?
Hiçbir zaman soru ekine gerek duymadı. Belki de böyle bir ekten haberi bile olmadı. Aslında soru sormuyordu, mecbur kaldığı işine, insanlıktan da uyma mecburiyeti bekliyordu. Tartalım, derken rica etmiyor belki de emrediyordu. Çünkü doktorlar günde üç öğün yemek yemeyi, sofrada en azından üç çeşit yemeği sağlık açısından yararlı görüyorlardı. Selim, bir öğüne yetecek paraya razıydı ve uzun zamandır iki yemeği aynı anda yememişti. İnsanlar ne kadar yediğinin kilo hesabını yapacak kadar açgözlüydü, bu da Selim’in “ekmek” kapısıydı. En çirkin görüntünün bile insanlara verdiği etkinin yavaş yavaş azalmasına “alışma”, sabahın kör karanlığından akşamın zift karanlığına kadar vakit hesabı yapmadan sadece para hesabı yaparak bencilce, bilinçsizce mücadele vermeye “çalışma” deniyordu bu dünyada ve insanlık bu dünyanın hakkını sonuna kadar veriyordu.
Her gün aynı yerde ayak izlerinden kahverengi olmuş ama inadına beyaz olduğunu iddia eden tartısını önüne koyuyor ve arkasını duvara yaslıyor, insanların onun yanına gelmesini bekliyordu. İnsan denilen varlık iki gün üst üste gördüğünü artık görmemeye başlıyordu. Selim’i de bir süre sonra görmez oldular. Bereket, tartıda hâlâ beyaz görünen yerler vardı; bu beyazlıklar kilosunu bildiği halde arkadaşlarının yanında kilo bahsi yapmak isteyenlerin gözüne çarpıyordu. Selim şimdiye kadar, yanında kimse olmadan sırf tartılmak için gelen görmedi. “Çok kilo almışım”, “Hiç olur mu? Hâlâ çok güzelsin”, “Su içsem yarıyor.”, “Oldum olası aynı kilodayım.” laflarını duymuyordu. Aslında güzel bir alışverişti. İnsanlar Selim’i görmeyi bırakmıştı; Selim de onları duymayı… Selim muhabbetin sonunu bekliyordu. Çünkü her muhabbetin sonunda eline az da olsa bir şeyler geçiyordu. Eline geçen parayla hemen yan büfeden kilo aldıran gıdalardan, yarayan sulardan alıyordu ama oldu olası aynı kilodaydı.
Sadece yanına gelen işportacılardan şikâyetçiydi. Getirilen malların kalitesizliği ister istemez gürültüye sebep oluyordu. İşportacılar malın kalitesine göre bağırıyordu. Zaten işportaya kaliteli mal düşmüyordu. Selim işportacıların nefesinin karıştığı havayı soluyarak hafiften aralarında yer açıyordu kendine. Hiç bağırmıyordu. Sadece insanların gözlerinin içine bakarak aynı sözlerini tekrarlıyordu:
-Tartalım?
İlkbaharın başlarında betonun soğuğundan korumak için altına aldığı karton kutu mevsim değişikliklerine göre değişiklik gösteriyordu. Yazın ortalarında sıcak havayı dağıtmak adına bir kanadını yelpaze olarak kullanıyordu. Kışın karton kutuyu kendini soğuktan koruyacak bir ev haline getiriyordu. Hava soğudukça içine biraz daha sokulduğu karton gecekondu… Bazen öyle soğuk oluyordu ki Selim ortalarda görünmüyordu. İnsanları karton kutu tartıyordu. Arada bir karton kutunun içinden titrek, kısık, cılız bir ses duyuluyordu:
-Tartalım?
Bir aralık kimse sokağa çıkamadı. O aralık ayını kimse unutamadı. Herkes evinde senelerce o soğuk aralık ayını konuştu durdu. Ayva çok oldu mu kış sert geçermiş. O sene ayva çok muydu? İşportacılar o aralık ayında hiç bağırmadan ucuz, kalitesiz bir sürü battaniye sattılar. Battaniyeler bitince yanlarında duran kutuyu fark ettiler. İçinde anne karnındaki haline bürünmüş bir çocuk vardı. Kıpırdamadan öylece yatıyordu. Yoldan geçenler göz ucuyla baktılar Selim’e. İnsanlar ölüyordu, alışmışlardı. Biri polisi aradı, biri ambulans çağırdı, Selim’i soğuk betona yatırdılar. Karton kutuyu katlayıp üstüne kapattılar.
Ömer Can Coşkun
4 Yorum