Vakit, güneşin tüm çıplaklığıyla kendini gösterdiği bir vakitti. Köpekler dilleri bir karış dışarıda geziyordu. Evvelden bu yana her zaman köpeklerden daha uyanık olan kediler ise araba altlarına, çöp konteynırı diplerine sinmişti. İnsanlar ihtiyaç elzem olmadıkça dışarı adımlarını dahi atmıyordu. Böyle bir günde, ihtiyar Bedri, oğlunun ve gelinin tüm ısrarlarına rağmen dışarı çıkmak, biraz gezmek istiyordu. Saymıştı; tam on sekiz gündür dışarı çıkmamıştı.
İhtiyar Bedri, 78 yaşındaydı. Ufak bir tepe misali sırtında beliren kamburu ve bacaklarındaki kireçlenme, yürüme takatini öldürüp bitirmişti. Artık santim santim yürüyor, yürüdüğü süreden fazla da durup dinleniyordu. En küçük oğlu Yasin’in askerdeyken aldığı Bitlis işi bastonu, 8 senedir en yakın arkadaşı olmuştu. Bu bastonu ayrı bir sevmişti. Meşe ağacından yapılmıştı ve üzerinde kıvrılarak yukarı doğru çıkan bir yılan figürü vardı. Bastonun başı, yılanın da başını uzattığı yerdi.
Yasin, kapı önüne kadar eşlik etti ihtiyar babasına. Fazla geç kalmamasını, bu civardan uzaklaşmamasını tembihledi. İhtiyar oralı olmadı. Takati yeterse Âdem’in çay ocağına kadar gidecek, ahbaplarını bulursa muhabbet edecek, eve öyle dönecekti.
Kasketini başına iyice oturtup ağır ağır yürümeye koyuldu. Oturdukları evin az aşağısında uzun bir arsa vardı. Oradan yürürse Âdem’in çay ocağına kestirmeden gidebilirdi. Hem tek-tük de olsa ağaçlar vardı. Yorulunca gölgesinde dinlenebilirdi. Bastonuna yüklenip santim santim adımlarla yürümeye devam etti. Arsanın bulunduğu yere gelince uzun arsaya şöyle bir baktı. Arsanın kurumuş otları, öğle güneşinde sapsarı görünüyordu. Adımını arsaya doğru atınca, nicedir toprak yolda yürümediğini fark etti ihtiyar. Asfalt yollar çok yoruyordu. Adımını atınca kurumuş otlardan çıkan çıtırtı, çocuksu bir haz verdi ihtiyara.
Arsanın etrafında yapıya dair hiçbir şey yoktu. Rüzgâr ara ara her bir yandan esiyordu. İhtiyar ekseriyetle ufak ufak, bazen düşünceli düşünceli, bazen dura dura, bazen gücünü zorlayıp büyük adımlar atmaya yeltene yeltene, arsayı yarılamıştı. Bir ağacın altında duraladı. Bastonu tutmaktan terlemiş ellerini ceket cebinden çıkardığı mendille kuruladı. Sonra mendilin diğer yüzüyle yüzünü sildi. Kafasını kaldırdı, tepesindeki ağacın yapraklarına baktı. Hangi ağaçtı bu, çıkaramadı. Şehir ağaçları hep birbirine benzerdi. Kimse de bu ağaçların isimlerini bilmezdi. Oysa köyünde olsaydı, kesinkes bu ağacın da ismini hatırlar, bu da yetmez, başka başka özelliklerini de sıralardı. Etrafındaki birkaç ağaca daha şevkle bakıp yürümeye koyuldu tekrar. Bazen patika yoldan sapıp kurumuş otlara basıyordu. Bazen de ağaç diplerinde hâlâ diri ve yeşil kalabilmiş otları görüyor, içinde artan coşkuyla kendini genç hissediyor, büyük adımlar atmaya gayret ediyordu. Ama her büyük adım atma hevesinde acısı artıyor, kendisine asıl gerçeği haber ediyordu. Yürümeye devam ederken, patika yolun kenarında yalnız bir karınca gördü. O da yürüyordu. Kim bilir nicedir yoldaşlık ediyorlardı da yeni farkına varmıştı. Bastonuna yüklenip eğildi. Daha yakından baktı karıncaya. Kahverengi bir karıncaydı. Bazen güneşten ötürü kırmızımsı bir renge bürünüyor, fakat otların dibinde asıl rengine dönüşüveriyordu. İhtiyar mest olmuş bir şekilde, o an olduğu yerde dönen karıncayı izledi bir süre. Karınca döndü döndü, patikadan sapıp otların arasına girer gibi oldu, sonra tekrar yürümeye devam etti. Uzaklaşınca ihtiyar da bastonuna yüklenip doğruldu. Karıncayı takibe almıştı. Kafası eğik, güneşin çatlattığı toprakta yürüyen karıncayı izliyordu. Ama karınca çok hızlıydı ve yalnızdı. İhtiyar çok yavaştı ve yalnızdı. Arsanın yarısını geçmiş ve epey yorulmuştu. Santim santim attığı adımlar karıncanın hızına eremiyordu. Fakat görebiliyordu karıncayı hâlâ. 2 metre kadar önünde yürüyordu. Karınca bazen duruyor, durduğu yerin etrafında şöyle bir dolanıyor, sonra tekrar devam ediyordu. Sanki ihtiyarın kendisine yetişmesini bekliyordu. İhtiyar bir metre kadar yaklaşınca tekrar eski hızına dönüyor, mesafeyi açıyordu. İhtiyarın adımlarını büyük atacak hâli kalmamıştı. Karınca mesafeyi epey açtı. İhtiyar önce belli belirsiz gördü karıncayı. Sonra hepten göremez oldu. Biraz daha yürüyüp durdu ihtiyar. Arkasına baktı. Karınca yoktu. Sağına, soluna baktı, karınca yoktu. Bastonuna sağlamca tutunup önce sağ, sonra sol ayağını kaldırdı. Karınca yoktu. Karıncayı ezmiş olma ihtimali, içinde bir acı duymasına yol açtı ihtiyarın. Gönülsüz birkaç adım attı. Başı eğik, gözü yoldaydı. Bir süre yürümeye devam edince bir metre kadar ilerisinde bir kıpırdanma gördü. Rüzgârın tesiriyle kıpırdayan çer-çöp sandı evvela. Ama hayır, karınca cüssesini kat be kat aşan bir çekirdek kabuğuyla cebelleşiyordu. İhtiyar birkaç büyük adım atıp yaklaştı iyice karıncaya. Karınca ihtiyarı umursamıyordu. Kâh çekirdek kabuğunu sürüklemeye yelteniyordu, kâh dişleyip taşımaya çalışıyordu. İhtiyar bastonuna yüklendi yine, hayranlıkla izliyordu karıncayı. Karınca kabuğa tutunup sürüklemeye çalıştı bir süre. Ortalıkta başka karınca da yoktu. Üstesinden gelecek miydi karınca, çok merak ediyordu. İçinden geçirdi ihtiyar; tutsaydı şu çekirdek kabuğunu, karıncanın yuvasının önüne koysaydı… Sonra karıncayı da parmağına alıp, incitmeden yuvasına koysaydı… Ama ortalıkta başka karınca olmadığı gibi, bir karınca yuvası da yoktu. Karınca kabuğa güç yitirebilir de yuvasına götürebilirse, ihtiyar onu izleyecekti. Bunu geçiriyordu içinden. Ama bıraktı karınca kabuğu. İlkin kabuğun etrafında birkaç tur attı, bazen yaklaştı bazen uzaklaştı. Ama bir daha tutmaya yanaşmadı. Yine o hızıyla yola devam etti karınca. İhtiyar bastonunu iyice kavrayıp doğruldu. Karıncayı tekrar takibe koyuldu.
Karınca kâh patikadan saparak, kâh ihtiyarın ayakları dibinden giderek kâh da hızını artırarak yârenlik etti ihtiyara. Sonra bir an geldi, karınca yok oldu yine. İhtiyarın mecali de kalmamıştı hızlanmaya. Arsayı izledi bir süre. Hâlâ kimsecikler yoktu. Arsayı bitirmeye de çok kalmamıştı. Karıncadan ümidini yekten kesti. Mendilini çıkardı yine, boynundaki terleri sildi. Ağır ağır yürümeye koyuldu. Gözleri istemsizce toprağı gözlüyordu.
Yürüdüğü patika yolun solundan bir yol daha uzuyordu. Daha ince bir yoldu. İki yolun kesişim yerinde bir ağacın dibinde kahverengi bir topak gördü. İyice yaklaşınca bir karınca yuvası olduğunu anladı. Binlerce karınca harıl-harıl yuvaya girip-çıkıyor, topladıkları çekirdek kabuklarını, ölmüş sinek ve arıları, bazı küçük ince çubukları yuvaya taşıyorlardı. İhtiyar iyice yanaştı yuvaya. Bastonundan güç alıp ağacın dibine oturdu ve karıncaları seyre daldı. Aklı kendisine eşlik eden karıncaya gitti bir an. Bunlardan hangisiydi acep. Çıkarmak kabil değildi. Bastonu kucağındaydı. Eliyle kaygan yüzeyini okşuyor, mest bir şekilde de karıncaları izliyordu.
Güneş yavaş yavaş arsanın üzerinden uzaklaşmaya başlıyordu. Karıncalar da yuvalarına doluşmaya başlamıştı. İhtiyar yolun geri kalanına baktı. Kalan kısacık yol gözünde fersah fersah uzak göründü. Bir eliyle toprak zemine, ötekisiyle ağaca tutunarak ayağa kalktı. Elleriyle şalvarını silkeledi. Kalan yola baktı tekrar. On dakika kadar daha yürüse arsayı bitirecek, sonra önüne çıkacak caddeden yolun karşısına geçerek Âdem’in çay ocağına varabilecekti. Oysa karıncalar kendisini doyurmuştu. Geri dönüp eve doğru yürümeye koyuldu.
Ümit Yiğit