Kalp Gözü

Dışarıdan çekiç ve örs sesleri geliyor. Motorlu taşıt gürültüsü kalmadı. Divrikli Hasan Ağa, kılıç ustalarını acil koduyla Keşiş Dağı’na toplantıya çağırdı. Sırtını gürül gürül akan ırmağa dayadı. Kimi havaya kimi toprağa yaslandı. Sözün uzayacağı zaman belli oldu, besmele sesli çekildi. İki Cihan Güneşi Efendimizin (s.a.v.) aziz ruhlarına ser verildi, selam verildi, isim verilmedi. Huzurdakilerin tane tane kelimelerinden, lîme lîme hallerinden vakte işaret geldi. Döndü, döndü ve indi.

Asr suresi okunmuş dağılınırken, tepeden bir çocuk silüeti belirdi. Yanakları yeni kızarmış bu sabî, başındaki kavuğu zoru zoruna taşıyor gibiydi. Âdâb ü erkâna eksiksiz riayet ederek, boynu eğik meclise girdi. Başta Ağa’ya olmak üzere temennâ üstüne temennâ etti. Gözüne göz değmedi. Meraklı bakışlar süzmedi. Yalnız temâşâ kılar gibi sakince izlendi. Vaktâ ki çocuk, sırtından neredeyse yere sürten deri çantayı çözdü. Kızıl bayrağa sarılı bir tomar çıkardı. Ortaya “Mikrob-i Fağfur Memâlik-i Mahrûseye Duhul Ettiğinde…” serlevhalı bir mektup bıraktı. Tam burada, kalabalıklar arasında derinden bir dalgalanma görüldü. Yazının Eşref Bey’e ait rik’a hattı olduğunu fark edenler, kimseye elem vermeden kemâl-i edeple yaşlar süzdü.

Ağa, keramet sahibi bir zât. İyilerin tenzih, kötülerin tasvir edildiği zamanların adamı. Onda Allah’ın boyası var. Hudutları önlü arkalı boyar, boyutlardan gemi yapar, buutları nazarlık der ayırır. Mümtaz basiretiyle gidişatın iyi olmadığını gördü. “İstikbalde bu gibi esrarengiz hatıralarımın toplanıp art niyetli yazarlarca istismar edilmesine mâni olayım” dedi. Kuvvetli nefesiyle üfledi ve ayağı yerden hiç kesilmez zannedilen o mantar gibi çocuk -birden, inâyeti ile- devrilip gitti. İhvan cezbelendi, hay mâşallah ağam paşam çekti. Üç harflilerden miydi, İblis miydi bilinemedi. Yüceliğini onu köle seçerek tebellür ettirmişti. Demin değil de sanki çağlar geçti. Yerinde yeller esti. Parmağını semâya kaldırdı, kavruk hurma dalı gibi bir şeyler çizdi. Döndü, döndü ve indi.

Zor zamanlara gelinmişti. Işık yılından beri ilk defa bir komutan, kimlerin vefalı çıkacağını isim isim bildirdi. Çoğu geçen asırda tekâüde bağlanan bu kimseler, yerinde bulunabilecek miydi? Kadir Mevla’nın gücü neye yetmezdi. Seçilmişler dört yana dağılıp, sorumlulukları, pek sorumluluk sahibi olamıyan ve fakat hasbelkader kendilerini hayatlarında bir kez domurtucu iyiliklerin başında ya da sonunda gören, bazen de hiçbir şeye sahip olmadıkları halde aldıkları dua ve verilmiş sadakaları bulunan sorumluluk namzetlerine tebliğ edeceklerdi. Zâbıt kâtipliği de bahaneydi. Ağa beni, lutfen ve keremen şâhit tutmuştu. Bir defa ellerinden öptüm. Bir defa daha öptüm. Tekinde pamuk gibiydi, ötekinde tokat gibi sertti. Bizde bir hüsnihâl görülürse sahipten bilinmesi gerektiği beraberinde öğretilmişti. Her şeye kudret elinde vekâlet eden Ağa’nın sahibi kimdi? Hangi şecereyle gelmekte, nisbetini nereden almaktaydı? Bu fakîr-i hakir de neciydi, nerede, neresindeydi? İşittiklerini yazmaya devam etmeliydi.

Ulaklar, bir gece vakti terkilerinde çağrıdan başkası olmadığı halde şehre girdi. Propaganda için ayrılan büyük ödenekler, gözlerinde yaratıktan farklı değildi. Fısıltı da mevzi kazanmış, zaman içinde kimi irfâni tecrübeler elde etmişti. Hesapları hep geceden yapan, ne zamandır alacalı giyinemiyen, tırnaklarından müjde bekliyen bir yavrucağı kendine kul seçti. Nal tıkırtısı ilham edildi. Bir söylencedir aldı başını gitti. İlk savaşlarıydı bu, tabiiydi. Şu mübarek manzarada yılmaz köstebekler tecelli etti. Halk, kuru misvak asılı ağaçların altına yöneldi. Oyuklardan anadut, tırmık, dirgen, yaba çıkarıldı. Bir şehir, dost – düşman hazza hazırlanıyordu. İşi bilenler için cenk meydanında, halvette rastlanmıyan lezzetler bulunacaktı. Kimi yere kimi göğe ekti. Eskiler hep teşrif etti. Gök ekinlerini biçen geliverdi. Ses, yumuşak bir nağmeyle serpildi. Habeş illerinden Allah kerimci şâirin dediği varsa da kesik kesikti. Bilâdü’s Sudan’dan Muhammed Mehdi ganimetleri getirdi. Biri pek yakışıklı Şâmiller, yönleri dört bir yandan çevirdi. Cephe gerisinde kazıdayken Kuyucu Murad Paşa’nın ruhaniyeti zuhur etti. O telâşede Konya’dan talebe kardeşim Mücahid’i, sarraflar pîri hemşehrimi, hatta Hindikuş yıldızını bile tanıyıp selamladım. “Oo ağalar, bayramı erken getirmişsiniz” diye sokulmak istedim, aralarına girmeye koymadılar. Muhteremlerden bazısı Mesnevi okuyup pilav yemekle nam salmış kimseler, az daha sohbete dalsalar ortalık pilav gününe dönüyordu. Hele ki adı güzel kendi güzellerden, dili çatalsız, gözü çapaksız, şalvarı haşin, kırbacı şedit, zillullah-i fi’l bahr, sâhib-i kıran Barbaros Hayreddin Paşa da varmak üzereydi. Meydanda bir tek servi ağacı yerine iğne yapraklıları savunanlar yoktu. Söyledikleri, hışıltıdan anlaşılmıyordu.

Ağa, dâî aradı. Niyazi’yi çağırttığında basireti bir kez daha göz kamaştırdı. Bu kez görevi hep beklemekte olana, patlayacağı güne kadar bahar bahçe gezen o yanardağa teslim etti. Gül ateş. Ömrü boyunca vakit cemaatlerinden çok cenazelere devam etmişti. Bülbül ateş. İnce şeyleri düşünmeye karşıydı. Sümbül ateş. Elvan elvan çiçekleri ayırt edemezdi. Hak ü hâr ateş. Bütün esanslara Cuma Rüzgârı derdi. Dil ateş. Büyük resmi görmek dahi istemezdi. Sîne ateş. Mehtap olduğunda yüzünü çevirirdi. Hem dü çeşm-i eşk-i bâr ateş. Vasatın tekiydi, şeref addederdi. Kalbimde ateş. En çok, mezarının bir yerde kalacak olmasına dertlenirdi. Âh ü zâr ateş. Vasiyeti, işlek bir geçide defnedilmekti. Cesed ateş. Tek zerresiyle savrulmamak, tutmak toprağı, zemin olmak, ne çok arzu ederdi. Kefen ateş. Suya hürmet ederdi. Hem âb-ı hoşgüvâr âteş. Yolum başka der, taşlarla ilgilenirdi. Safâ ateş. Ortadan ikiye yarılandan da, bir dişe sonsuzluk verenden de, uzak düşmeye hayıflanırdı. Cefâ ateş. Harekette bereket olduğuna inanır, aşk örgütlenmektiri bilmediği için insanlar ondan kaçardı. Firâr ateş. Hercâyî meşrep neydi, ondan sorulurdu. Karâr ateş. Bazen de gökyüzünde tüten olmak dilerdi. Gam ateş. Onun olayı da ereği de her biri saldırmaya hazır bütün kolların birbiriyle kavuştuğu kutlu yol ağzını görmekti. Gamküsâr ateş. Yemin ettiğinde kavşağın üzerine yemin ederdi. Temennây-ı mesâr ateş. Orada ölebilirdi, geriye dönemezdi, hızlanabilmek için ruhunu âdeta taktik teslim ederdi. Ol nigâr-ı gülizâr ateş.

Niyazi elbette bekârdı. Aceleciliği o kadardı. Evlenseydi bir baba kadar ağırdan alırdı. Evlat nasip olmazsa boşanırdı. Arkadaşlık, mesafeye serilen sofralardı. Hafif kenara kurulur, göğüs göğüse gelince bereketin kaçacağından korkardı. Yiyemediğinde çayı İkindi’den koyardı. Vakti çağırmak yerine kendi gitmeye yeltense, vakit ona dönüp, yeter artık derdi. Eski tadı kalmamıştı, nicedir caz dinleyip caz yapamazdı. Bir gün çat kapı misafir geldi, görevi tebliğ etti. Her noktası kendisine ait olan elekten geçirdi. Üstüne çalışmış gibiydi. Hilâlin savaşı, bir çırpıda çıkıverdi. Yapay karşıtlıklar ekledi. Estetiğin hükümranlığı mucizevî bir oluşla bitirilmeliydi. Güneşten ışık yontan harâmîlerin defterini dürecekti. Varıp bir an önce ünlemek diledi. Yeni hiçbir şey söylemeyecek ama yeniden haykıracaktı. Haykırmayı, bir de o yorumlayacak, ses duvarları nûra gark olacaktı. At üstünde seğirttiğinde mâmur bir şehre son defa nasıl bakılırsa öyle baktı. Yol kenarına dizilen derbederler, “Biz zaferden değil seferden mesulüz” mü demişti? İndi ve esaslı birer şamar aşk etti. Tam binip gidecekken dönüp birer şamar daha attı. Şimdiden suyu bulandıranlar için kızgınlığı geçmek bilmiyordu. Üçüncü sefere başlamadan araya nefsinin girdiğini anlayıp vazgeçti. İşittiklerinin hakikatini sormaya zamanı yoktu.

Askerler, bir şafak vakti terkilerinde icâbetten başkası olmadığı hâlde ovaya girdi. Gözler yumuldu, nefesler tutuldu. İlk duasını yapan bir ordu. Gâvurcuklar, şimdi bizim elimizden nasıl kurtulurdu? Ağa, yoklama almak üzere bir mızrak boyu öne çıktı. Yukarı doğru öyle uzuyordu ki bir yerden sonra dik gitmiyor sanılıyordu. Hz. Âdem’e öğretilen esmâyı en baştan alıp bir de burada okudu. Ufuklar sıra sıra lebbeyk nidalarıyla doldu. Yer gök intikam istiyor, melekler tesbihin değiştirip “züntikâm, züntikâm!” inliyor, boynuzsuz keçiler hep bir ağızdan meleşiyordu. Bugün oklar, müjgan gibiydi. Biraz da iade-i itibara gelmişlerdi. Kişnek atlar hava kürresine çılgınlık salıyordu. Kılıçların parıltısı sayısız düşmanın apışıp hidayete ermesine vesile oldu.

Benim gözler en son bu kısımda kapandı. Kaybedilecek bir savaşın istihbaratını alıp yazmış olmayı ancak yaşayan bilir. Uyandığımda mı, ayıldığımda mı herkes ölmüştü. Nihayet derbeder yolcular, Niyazi’nin naaşını taşıyordu. Son bir görev bilinciyle ileri atılıp yad ellerden kurtardım. İki arkadaş, “Bu yolda gâliptir mağlup” diye söylenerek uzaklaştı. Dayanamadım, gidip boyun tarafına birer sille de ben indirdim. Kefâreti neyse ödedim. Guruba doğru gözlerim hep ağayı aradı. Şimdi ben neyi izleyecektim? Ölü dillerde, gebe dillerde, yedi iklimde, yetmiş iki millette, benim kardeşim, nerelere gitti? Tövbe, eti kemiği ne yana savurdu, hangi kuşa nasıl tembih buyurdu? Bütün uzaklara eşit uzaklıkta bir vadinin ortasında, burada bir başıma kalmışım. Vadi-i hamuşanda hamuş hamuş yakardım. Bir yok diyen de çıkmadı. Son çare himmet istedim. Döndü, döndü ve indi.

 

Mehmet Emir

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • 5N1K , 16/05/2020

    Başlıklar banel ne yani bir sonraki de gerçek kesit mi olacak??

  • mağrur olma padişahım senden büyük maşuk var , 16/05/2020

    Niyazi, okur-yazar hastalığına düçar olmuş. baksanıza hem gariplikten dem vurur hem gökyüzünde tüten olmayı diler. allah kurtasın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir