Karşısında ilk defa otururken hayat tecrübesinin ihtiyar yüzüne çizdiği çizgilere bakmıştım uzun süre. Yetmiş sekiz yaşında, bir asrın üççeyreğini devirmiş son çeyreğini de bitirmek için epey inat etmişti. Lâkin bu dünyadan kendi payına düşeni alabildiğince almış ve ayrılmıştı. Uzun süre kefene sarılmış bedenine öylece bakıp durmuştum. Öldüğüne gerçekten üzüldüğüm ender insanlardandı Cuma amca. Şimdi bir tabutta omuzlar üstünde defnedileceği yere doğru götürüyorduk. Ömrünün son zamanlarında onunla karşılaşmış olsam da tanıdığıma sevindiğim ve her zaman nasihatini arayacağım biriydi. Hayatta çektiği zorlukları birçok defa bana anlatır, bende sus pus olur dinlerdim. Öyle diri bir anlatışı vardı ki âdeta o anlattıkça olayı yaşardım. İlk sohbetlerimizden birinde şöyle anlatmıştı;
— Bu dünya bize hep dikenleriyle geldi evlat. Çok çektirdi bize. Sırtımızda taş taşımaktan başka bir şey yapmadık. Ben bir duvar ustasıydım zamanında. Şimdi gördüğün gibi şehirde, eskiden böyle betondan yapılma evler yoktu. Büyük kaya yığınlarını taş ocağı olarak kullanır, oradan kırdığımız, parçaladığımız taşları ev yapılacak yere taşır, harcına da çamur kullanarak evler yapardık. Benden başka duvar ustası yoktu şehirde. Benim emmioğlu sıva ustasıydı. Ben duvar örerdim o da sıvasını yapardı. Şimdilerde hâlâ tek tük kalan toprak evler var. İşte onları ve onlar gibi eskiden kalma burada ne kadar benzer ev varsa, hepsini ben yaptım.
Bir zamanlar bu şehirde sayılı ev vardı. Herkes birbirini iyi tanır, bilirdi. Komşuluk ilişkileri çok sağlamdı. Bir komşumuzun işi varsa herkes toplanır iş birlikte halledilirdi. Herkes için böyleydi. Bu şehrin hırsızı bile belliydi. Bir şey çalınsa ondan başkasının yapmayacağını herkes bilirdi.
Şimdi durum öyle değil. Nüfus çok arttı. Eskilerden, hâlâ yaşayan tanıdıklar gelir muhabbet ederiz, lâkin bazı gençler gelir hiç tanımam. Kimden, kimlerden olduklarını onlar bana söylemeden tanımam, bilmem. Yaşım doksanları geçti. Yaşıtım olan tek tük insan kaldı. Gerisi hep bizden sonraki nesiller.
Konuşurken arada bir gözleri bir noktaya bakar halde derin düşüncelere dalardı Cuma amca. Bazen gözleri, uzak zamanlardan bakışlarının önüne gelen resimlerle buğulanır, daha sonra cebinden çıkardığı nakışlı mendille onları silerdi. Bu asırlık çınarı dinlemek beni her zaman heyecanlandırırdı. Gözlerinde içine biriktirdiği, hatıralarıyla suladığı cümlelerinin ağırlığı vardı. Bazen kapanıyor bazen açılıyordu. Bütün cümleler, şahitliğini yaptığı tarihin canlı haliydi. Mümkün olduğunca araya soru sıkıştırmadan gönlüne göre konuşsun isterdim her zaman. Soruların kalabalığında boğulsun istemezdim. Dinlemeye ve her kelimesini hafızama silinmeyecek şekilde yazmaya devam ederdim. Bir ara bahçesinde oturup çay içerken bende oradan geçiyordum. Çağırdı beni, yanına vardım. Bir bardak çayda bana ikram etti. Çaya sıcak sohbetini de katmayı hiç ihmal etmezdi. Hâlâ kulaklarımda sesi;
— Eskiden bu kadar rahatlık yoktu. Sabah ezanıyla uyanır çalışmaya başlardım. Gençtim ve kendime ait bir evim olsun diye her sabah, ilk önce bir süre kendim için çalışırdım, daha sonra ustalığımı başkası için kullanırdım. Çalıştığımın ücretini hem kendime harcardım, hem de biriktirir beğendiğim arsaları satın almak için harcardım. Şu an şehrin en merkezi yerinde bulunan arsaların çoğunu bu şekilde satın aldım. Kendi bileğimle kazandım.
Ben çok küçükken babam vefat etti. Elim ekmek tutana kadar annem bana baktı. İlkbahar gelince yaylaya çıkardık. En önemli geçim kaynağımız hayvancılıktı. Bazen yayladan şehre, şehirden yaylaya günlük gidip gelirdik. Eşek sırtında ya da yürüyerek yolu teperdik. Öyle kısa mesafede değildi; neredeyse yirmi, yirmi beş kilometrelik yoldu. Akşamları koyunlar sağılırken bana ve anneme bir tas süt versinler diye tüm gün yayladakilerin çobanlığını yapardım. Başka gelirimiz ve yiyeceğimiz de yoktu. Şimdikilerin her istediği önüne geliyor ve hâlâ şikâyetçiler.
Birinci dünya harbinde Ruslar buraları işgal edince, mecburen birkaç sene terk etmek zorunda kaldık. Buraya geldiklerinde şehrin en merkezi yerine kuruldular. Giydikleri elbiseler ve yedikleri yemekler en kalitelisindendi. Buğdaylarımızı sakladığımız sandıklarımız vardı. Bunlarla buğdayı değirmene götürüp öğütür getirirdik. O zaman en lüks yiyeceğimiz tandırda pişirdiğimiz çöreklerdi. Çörekler bizim için çok önemliydi. Rusların bize zarar vermelerinden korktuğumuz için, onlar gidene kadar çöreklerimizi buğday sandıklarına koyup sakladık ve merkeze uzak bir köye kaçıp oraya sığındık. Sonra ölüm tehlikesi ortaya çıkınca buradan da kaçtık. Bize memleketimizi terk etmekten başka yol kalmadı. Toparlanıp kaçtık. Zaten yollarına çıkanlarda kurtulamıyordu.
Duvar ustalığını Birinci Dünya savaşında muhacir olup, buradan uzaklara gittiğimiz zaman öğrendim. Delikanlı sayılabilecek yaştaydım ve ustam beni yanına alıp bu sanatı öğretti. ‘Sanat altın bileziktir’ derdi büyüklerimiz her zaman evlat. Hiçbir yerde aç koymaz adamı. Sonra vatanımıza geri dönünce ustalığa devam ettim.
Harp nedeniyle büyük bir kıtlık vardı. O zaman gençtim ve bir arkadaşımla yiyecek bir şeyler bulmak için didinip duruyorduk. Günlerce aç kaldığımız oluyordu. Dolaşırken karşımıza bir koyun sürüsü çıktı. Sürünün sahipleri süt sağıyordu. Doymak için değil, sadece günlerdir midemizi kemiren açlığı bastırmak için birkaç yudum süt istedik vermediler. Bari köpüğünden verin dedik, yine vermediler. Çaresizce ayrıldık oradan. Dayanacak takatimiz kalmayınca açlığımızı dindirmek için ot yedik.
Yine başka bir zaman aç dolaşırken at leşini yemeğe çalışan birini gördük. Belki bize de bir şeyler verir diye yanına gittik. Bizi görünce düşman görmüş gibi elindeki bıçakla üzerimize saldırdı. Canımızı zor kurtardık. Oradan uzaklaştık. Biraz yol gittikten sonra yol kenarına atılmış bir hayvan derisi bulduk. Sivri ve keskin taşlarla üzerinde et sayılabilecek kısımları sıyırıp kızgın taşların üzerine serdik. Böylece yenilebilecek hal alsın diye bekledik, daha sonra biraz kuruyunca yedik. Bu haller ne ilkti ne de son. En sonunda Rus tehlikesinin geçtiği haberini alınca geri döndük memleketimize. Hayatımız yavaş yavaş eski düzenine geri döndü.
Memleketimize dönünce ben duvar ustalığına başladım. İlk başlarda hayat zor olsa da insanlar eski düzenlerine geçince her şey yavaş yavaş normale dönmeye başladı. Yeniden yaylalara dönüldü. Koyunlar tekrar kuzuladı. Oraların yemyeşil dağlarının otları yeniden süt oldu. Yüksek yerlerin soğuk sularını içerek serinledik. Yine balyalarca otlar biçildi her taraftan, kışın hayvanlara yedirmek için. Senelerce özlediğimiz memleketin yollarında gezdik yeniden.
Siyah lastik ayakkabılardan giyerdik zamanında. Uzun ömürlüydü ve her iş için kullanılabiliyordu. Ayaklarım uzun süre bu ayakkabılarda kalınca çok ısınırdı. Gündüz çalışırken soğuk su bulursam ayaklarımı serinletirdim. Yoksa yanar dururdu. Özellikle gece yatmak zor olurdu. Evimiz eskiden dere kenarındaydı ve yattığım odanın penceresi dereye bakardı. Ayaklarım çok ısınınca pencereden çıkarır serinletirdim, çünkü dere çok serin bir meltem esmesini sağlardı. Sonra öğrendim ki benim şeker hastalığım nedeniyle oluyormuş. Özellikle çalışırken, bana en soğuk suları da getirselerdi bir türlü susuzluğum geçmezdi. İçimde sürekli bir yangın olurdu.
O yokluktan gelip zamanla iyi bir mülk sahibi ve çoluk çocuk sahibi de oldum. Üç oğlumdan ikisi daha küçük yaşta hastalandılar ve tedavi imkânları yetersiz olduğu için öldüler. Beş kızım ve tek oğlum kaldı, o da gerekli hassasiyete ve beceriye sahip değil. Bunca emeğin semeresini çarçur etmesinden çekinirim. Evet, evladım işte böyle. Genç değilim uzun süre konuşmak yoruyor beni. Şimdi eve gidip bir süre dinlenmem lazım. Daha müsait bir zamanda muhabbete devam ederiz. Şimdilik sağlıcakla kal.
Son hemhal oluşumuz böyle olmuştu Cuma amcayla. Kalender bir insanın her yerde gönül eri olduğu aşikârdı. Yeni ve hep tekrar edecek uzun soluklu sohbetlerin merakıyla bende ayrılırdım Cuma amcanın yanından. İçimde sohbetin devam etmesini isteyen meraklı biri kalmamı söylese de, gelecek sohbetin sabırsızlığıyla gündelik kargaşanın arasına dalardım tekrardan. Bitmesini istemediğim tatlı bir rüyadan uyandığım için hâlâ gözlerimde o anların mahmurluğu olurdu. Bir gönül dostunu tanımanın sevincini bir tebessümle yüzüme yayıp, sonraki anların sürprizlerinin merakıyla kısa süreli ayrılığa küçük adımlarla yol alırdım.
Şimdi omuzumda taşıdığım bir tabut ve içindeki Cuma amca. Mezarlığa nasıl geldik bilmiyorum. Ne cenaze namazı ne de mezarlığa kadarki o yolda kendimde değildim. Toplanan kalabalık, okunan dualar ve ölünün üzerine atılan toprağız o soğuk yüzü. Bir bir terk edip bir başına bırakmalar ve sonrası en kara sessizliğiyle bir yalnızlık. Bir insana dair hafızamıza aldığımız en ağır kareler galiba mezarlıktaki o karelerdir. Daha sonra sevdiğimiz insanları toprağa bırakıp gideriz. Bize kalan sadece çaresizliktir. Bana da kalan başka bir şey olmadı. Herkes nasıl terk ettiyse öylece terk ettim bende mezarlığı.