Kadıköy, Çaykolik ve Azâzîl’e Dair Zebraların Aklına Gelmeyen Bir Öykü

Didem Madak’ın “Canımın acısıydın.” dizesi döküldü Sulhi’nin dudaklarından… Kadıköy sokakları acıyı iyi bilirdi. Hemen dizeyi alıp koynuna sakladı. Sakladı, çünkü acı biriktirmekle görevliydi. Hem her bir varlığın görevi yok muydu? Kimine acı sağaltmak, kimine acı toplamak kimine de acının kendisi düşerdi.

Sulhi sakin sakin sokakları adımlarken karşısına birden Azâzîl çıktı. O da Kadıköy’de avare avare dolaşıyor bir arkadaş denk gelir umuduyla etrafa bakınıyormuş. İkili soluğu Çaykolik’te aldılar. Çayların biri gelir biri giderken Azâzîl yeni projelerini anlatıyordu. Tam o esnada Çaykolik’ten içeri Bahadır giriverdi. Haftanın tek günleri Ay’a çıkıyor ve diğer gezegenlerden gelen çilekeş yoldaşlarıyla devrimin imkânları üzerine sohbet ediyormuş. Bahadır’ın bir anda gelip sohbete dâhil olmasına sinirlenen Azâzîl nedense suskunlaştı ama bir plan yaptığı sessizliğinden okunuyordu. Bahadır arkadaşlarını bulmanın heyecanıyla (Aslında kendini dinleyecek birini bulmanın heyecanıyla) anlattıkça anlatıyordu. 30 senedir yaşamayı beceremediği gibi uyumayı da beceremediğini, on kusurlu hareketten birinin onun gözleri olduğunu, Nietzsche ve Schopenhauer’un haklı Einstein’ın ise yanıldığını anlatan Bahadır susmak nedir bilmiyordu. Kadıköy ise sakladığı dizeleri emanet edeceği kalpleri aramakla meşguldü. Sokaklarını adımlayan her yenilmişin kalbini kontrol ediyor acıya acı olacak o kalbi bulmak için çırpınıyordu.

O sıralarda Çaykolik’te Bahadır yalnızların ikiye ayrıldığını anlatıyordu:

– Yalnızlar ikiye ayrılırılar: Gerçekten yalnız olanlar: yapayalnızlar.

Edebi neşveyle yalnız oldukları vehmine kapılanlar: (yapay)yalnızlar.

Bu çıkarıma katılmayan Azâzîl söze girdi:

– Bence yanılıyorsun. Yalnızlar diye bir ayrım yoktur. Herkes, evet evet tüm insanlar yalnızdır ve bu sebeple yani herkesin yalnız olması sebebiyle yalnızlık gibi bir durumdan bahsedilemez. Nasıl herkes insansa, her insan da yalnızdır. Yalnız olmadığını sananlar sadece kendini kandıranlardır.

Bahadır bir an düşündü. Yoksa Azâzîl haklı mıydı? O an Sulhi de sohbete katılmak istedi. Tam ağzından bir cümle çıkıyordu ki vazgeçti. Yüzünde konuşmanın hiçbir şeye yaramayacağı bakışı vardı. O sıralarda masanın üzerinde uslu uslu duran cep telefonu titremeye başladı. Bahadır telefona baktığında arayanın Feyyaz olduğunu gördü. Hemen telefonu açıp Çaykolik’te olduklarını ve Davut’u da alıp gelmelerini söyledi. Telefonu kapayan Bahadır; “Bir zebram olsun istiyorum, simsiyah derisinin üzerinde bembeyaz çizgiler olsun” dedi. Azâzîl ise “Sen yeter ki iste. İstemek yani arzu insan olmanın özüdür” diyerek cevap verirken gözlerinden bir sinsilik okunuyordu. Bahadır gülümseyerek cevap verdi önce. Sonra “Yılanların kolları yok, takvimleri var. Kelebeklerin takvimleri yok, kanatları var. Bukalemunlar ise renk körü. O halde Macchiato içmeli.” Azâzîl heyecanla Bahadır’ın yüzüne bakarken içinden tam aradığım adamı buldum. Bundan iyi bir underground yazar olur diyordu. Saf Bahadır ise konuşmasını Susan Sontag’a getirmişti: “Susan, 1964-1980 yılları arasında kaleme aldığı günlüklerinden oluşan bir kitabı var: Bilinç Tene Kuşanınca. ‘’Bilinç tene kuşanınca’’ ne kadar güçlü bir ifade! Bilinç tene kuşanınca, bülbülü eti için kesmek mi lâzım, diyesi geliyor insanın.”

Sohbet, çaylar derken elli sekiz dakika geçmiş ve Feyyaz ile Davut masanın etrafındaki yerlerini çoktan almıştı. Ekip çoğaldıkça Azâzîl nedense seviniyordu. “Çok iyi, nerde çokluk orada günah”, diyordu. Bu sözü anlamlandıramayan Feyyaz Sulhi’ye ne diyor bu avane der gibi baktı. Sulhi ise üzerinde tüm bıkmışlıkla “İçi köpekbalıkları ile dolu bir havuza bir damla kan akıtmaya çalışıyor. Gelme oyununa.” Feyyaz durumu anlamış Davut’a kaş göz işareti yapıyordu. Davut ise “Ne diyorsun aslanım. Sevmem kaş göz işaretlerini, ne diyeceksen masanın ortasına bırak” dedi ve bir anda Kazakistan hatıralarını anlatmaya başladı. Sohbet gittikçe bir sarmala dönüşüyordu. Kazakistan, zebra, bilinç, günah, Susan, Monica, köpek balıkları…

Bir zaman sonra ekip bir kuyuda olduklarının ve yavaş yavaş dibe doğru çekildiklerinin farkına vardı. Azâzîl kuyunun dibinden kor gibi parlayan gözleriyle gülümsüyor ve “en dibe inmedikçe hakikati bulamazsınız” diyordu. Bahadır hemen söze girip, “adam haklı, haydi ipi bırakalım ve dibe düşelim” dedi. Tam ipi bırakıyordu ki Sulhi ani bir hamleyle Bahadır’ın elinden tuttu ve “Bahadır, Azâzîl secdenin hakikatini anlamadı, Hazreti Âdem’i topraktan ibaret gördü. Sen ipi değil nefsini bırak!” Azâzîl’in hain planını anlayan Bahadır ipe daha sıkı tutunup yukarıya doğru tırmanmaya başladı. Davut ve Feyyaz ise çoktan kuyudan çıkmıştı. Kuyuda sadece Azâzîl ve Sulhi kalmıştı. Ve Sulhi, akşamın karanlığı çökerken hafiften başlayan yağmurla birlikte yıllarca sürecek bir masalı anlatmaya başlamıştı: “Asırlar önce unutamama hastalığına yakalanmış bir adam yaşarmış bu kuyuda…”

Serdar Kocabaş

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir