Altı yıldır odamın penceresinden sokağımızı seyrediyorum. Erol amca her sabah nereye gidiyor, neden kırk dakika sonra dönüyor, biliyorum. Süheyla teyze balkonunu haftada kaç kez yıkıyor, Fatma teyze yağmurlu havalarda neden kask takıyor, Zeynep teyze kimin yolunu gözlüyor, Yaşar bazen okula neden koşarak gidiyor, Özkan abi dalgın yürüdüğü sabahlarda hangi kaldırım taşına takılıyor, biliyorum. Serkan balkonun köşesinde gizli gizli sigara içtiğini sanarken babası perdeyi aralayıp onu izliyor, görüyorum. Dairelerin zillerine basıp kaçan, bakkal amcanın cipslerini karıştıran, dondurma dolabının kapağını açık bırakan, kapının üzerindeki yazıyı “kapalı”ya çeviren kim, hepsini görüyorum.
Kendi ailemi bir tarafa koyarsak ve izlediğim bütün bu sahnelerin fonuna hareketli bir soundtrack eklersek epey eğlenceli şeyler oluyor. Ne yazık ki kendi ailemi bir tarafa koyamam. Olanları yok sayamam. Son altı yılı es geçemem.
Yazın sonlarıydı, günlerden pazardı, çok sıcaktı. Ailecek yaptığımız kahvaltının ardından -üstelik hiç tartışmadan- annem bulaşık yıkıyor, ablam üniversite sınavına hazırlandığı için her fırsatta olduğu gibi ders çalışıyor, babam bir yandan kahvesini yudumluyor bir yandan da telefonunun ekranını kaydırıp duruyordu. Ben sıcaktan ve sıkıntıdan bunalmış öfleyip püflüyordum. Bu hiç kimseyi ilgilendirmiyor, herkes ne yapıyorsa aynısını yapmaya devam ediyordu. Babamın yanına oturdum önce, oralı olmadı. Başımı omzuna yasladım, tepki vermedi. Bir süre öyle kaldıktan sonra kolunu omzuma atıp saçlarımı okşamaya başladı. Tam da bu hareketinden yüz bulmuş olacağım ki, “babacım” dedim birkaç tane fazladan “ı” harfi kullanarak, “dondurma almaya gidebilir miyiz?” ve fazladan birkaç “i” harfi. Babam telefonunu sehpanın üzerine bıraktı, diğer eliyle saçlarımı okşamaya devam ediyordu. Biraz nefes püskürterek gülümsedi, böyle olunca kahkaha izlenimi veriyor ama kahkaha değil. Çok mu canın çekti, dedi. Çok canım çekmemişti aslında, yine de gitmeme ihtimalimizi değerlendirerek, evet, dedim, çok. Hadi o zaman, dedi. Ayaklandık ikimiz de, o sırada annem mutfaktan geldi, babam durumu anlatınca gitmemizi istemedi. Buz gibi bir limonata yapabileceğinden ve bunun serinlemeye yeteceğinden bahsetti. Dediği gibi de olurdu muhtemelen ama markete gidip gereksiz, saçma sapan ve rengârenk ürünleri incelemenin zevkini göz ardı ediyordu. Odama gidip ağlamaya başladım dondurma istiyorum diye, bazen böyle şımarıklıklar yaparım. Annemin, “hep sen şımartıyorsun bu kızı” ve benzeri cümleleri eşliğinde gülümseyerek odama geldi babam -şımarıklıklarım bazen işe yarar- ablan da gelmek istiyor mu, dedi. Gözlerimi silip cevap vermeye hazırlanıyordum ki ablam seslendi yan odadan, gelmeyecekmiş. Evden çıktık.
Biz evden çıkınca ve birazcık yürüyünce, babam bahçe kapısını bile kapatmamışken henüz, bir eliyle elimi tutuyor, diğer eliyle kapıyı kapatmaya çalışıyorken sokağın gündelik sesleri kesildi. Birden. Kornalar, çocuklar, kadınlar, kediler… Her şey. Güm gibi bir ses duyuldu sadece, pat gibi mi demeliyim bilmiyorum, kulaklarımın hiç unutamayacağı bu sesi nasıl tarif edersem çok yüksek olduğu anlaşılır bilmiyorum. Aslında Süheyla teyzenin çok sonradan anlattığına göre, o gün etraftan bize seslenenler, kaçmamız için telkinde bulunanlar olmuş. Aniden çöp konteynerine çarpan, babamı ve beni tost malzemesiymişiz gibi araya sıkıştıran otobüs de çarpana kadar korna çalmış, hiçbirini hatırlamıyorum. Tarif edemediğim o ses sokakta yankılanınca yere düştüm hemen. Babam da düştü ama hemen değil, önce uykusunu alamadan uyandığı zamanlarda yaptığı gibi iki yarım adım attı, sonra düştü.
Düştüğümde yerde bir sürü ben vardım. Paramparça olmuştum, kulağım, kolum, bacağım… Her yerde ben vardım ve her şeyi görüyordum. Sanıyorum izleme huyum böyle başladı. Babamın gözleri kapandı hemen, saçlarının arasından gelen kan yüzünü boyamadan önce kaşlarına, kirpiklerine karıştı. Göz kapağındaki kırmızılığı hatırlıyorum, çizgi çizgi bölüyordu derisi. Az önce kapının kolunu tutan elleri şimdi kapının minik tekerleğinin hemen yanındaydı. Biri gelip kapıyı azıcık kaydırsa ezilirdi, buna üzüldüğümü hatırlıyorum.
Sonra etrafımıza toplanıveren kalabalığı, geciken ambulansı, otobüs şoförünün yüzündeki ifadeyi, ablamın babama bakıp ağlamaya başlayışını, bana bakıp yere yığılışını, -ben ölürüm sanmıştı galiba- ablamı kollarından tutup bahçedeki kamelyaya taşıyan Fatma teyzeyi, her şeyi hatırlıyorum. Annem hariç.
Üzerine düşünecek çok zamanım oldu, hâlâ hatırlayamıyorum. Annem o gün ne yapmıştı, nasıl tepki vermişti, sesleri duymuş muydu, evden apar topar çıkmış mıydı, önce pencereye mi koşmuştu merdivenlere mi… Yanımıza hiç gelmemiş miydi? Sorularım sessizliğe gömülen evimizin duvarlarına çok yakıştı, çivi izlerine değer çerçeveleri vardı çünkü, annem de kızamazdı, duvarlarımı mahvetmişsin, diyemezdi. Yine unuttum, annem zaten kızmaz, hiçbir şey söylemez. Susar, boş bakar, görmezden gelir, yok sayar… Öyle yok sayar ki varlığınızdan şüphe duyarsınız. Böyle olmadığı zamanları özlüyorum bazen. Annemin de bir zamanlar güldüğünü hatırlamak tuhaf aslında, bir balonun üflendikten sonra, patlamadan hemen önceki hâline benziyor çünkü gepgergin derisi. Yüzünde asılı kalmış acı, çehresinin gülmeyi hiç öğrenmediği izlenimini uyandırıyor. Annemin bana olan kızgınlığını, beni görmek istemeyişini, yok sayışını nadiren anlayabilsem de genelde anlamak istemiyorum. Ablam çocuk aklıyla bile anlamış, bana da anlatmıştı, babamı kaybedişimizde herhangi bir etkim olamazdı. Aslında bana anlattığı pek çok şeyi anneme de anlatmıştı, o anlamadı ya da anlamak istemedi. Bilmiyorum.
Ablam… İyi ki var. O olmasaydı ne yapardım. Öncelikle annem beni manipüle eder, ömrümü suçluluk duygusuyla geçirmeye mahkûm bırakırdı sanırım. Ablamın dışarıyı izlemem için pencereye çevirdiği koltuğumu evimizin duvarlarına çevirir, gözlerimi çivi izlerinden alamayayım diye elinden geleni yapardı. Ablam… İyi ki var.
Beni taburcu ettiklerinde ablamın sınavına üç ay kalmıştı. Hastanede olduğum aylar boyunca annem ablamın eğitimi için elinden gelen fedakârlığı göstermiş, bari o kurtulsun mantığıyla yasını ertelemişti. Babamın yokluğu hakkında konuşmazsak yokluğu yok olacakmış gibi yaşamaya devam ettik üç ay daha. Ben zaten yoktum. Annem bana dair cümleler dahi kurmuyordu.
Sonra ablam şehrimizdeki bir üniversiteyi kazandı. Bir yandan benim bakımımı üstlenmiş diğer yandan geçimimizi sağlayabilmek için çeşitli yerlerde çalışmış olmasına rağmen dört yılın sonunda okulundan başarıyla mezun oldu. Kısa süre sonra da hayatımıza Semih abi dâhil oldu. Annemin yanımızda olmadığından emin olduğu zamanlarda gözleri parlayarak bahsederdi ablam Semih abiden. Nişanlandıklarında hepimiz çok mutluyduk. Annem bile.
Şimdilerde ablam hep çeyizinden bahsediyor ve evden ayrılmasına çok az kaldığı anlamına geliyor bu. Mutlu mutlu dinlemekte çok zorlanıyorum, ablamın gidecek olmasına mı annemle baş başa kalacak olmama mı daha çok üzülüyorum bilmiyorum. Ablamın mutluluğuna gölge düşürmek istemiyorum. Ablam… İyi ki var.
Ne yapacağım bilmiyorum.
Şadiye Sare Kaplan
2 Yorum