Ismarlama Öykü

Editör S.C, âdeti olduğu üzere bir salı akşamı yine üniversiteli gençlerle buluşmak için Süleymaniye civarındaki derneğe henüz varmıştı. İlk iş olarak unutmayayım diye çantasındaki kitabı derneğin kitaplığında yer alan kitapların arasına öylece bıraktı. Sonra koltuğuna kuruldu ve selam alma, hal hatır sorma, ufak esprilerle gelen gülümsemelerin eşlik ettiği bir ön sohbetle o günkü hasbihal için ısınma turlarına başladı. Ancak bir hal vardı. Ne gözünü tamamıyla ayırabiliyordu o kitaptan ne de aklını. Bu duruma alışkındı aslında etrafındakiler. Onun ara ara dalıp gittiğini, karşısındakinden sıkıldığında bunu hemen belli edercesine tavırlar takındığını gayet iyi biliyorlardı. Bu sebeple çok üstünde durmadılar. O da etrafındakilerle yaptığı bu yazısız, sözsüz anlaşmaya sığınmış olacak ki kendini kitaptan ayırma gibi bir zorunluluk ve sorumluluk hissetmeden bir süre daha böyle devam etti.

O günkü sohbet yapıldı. Çaylar içildi. Bir sonraki salı için sözleşildi ve evlere doğru yola çıkıldı. Ancak S.C, kafasının içerisinde hâlâ o kitaplığın önündeydi. Düşüncesi şuydu: şimdi ne yapacak kitap orada? Gençlerden biri kitap okumak isteyecek de, derneğin kitaplığına gelecek de, bin küsûr kitaptan ona denk gelecek de, sonra onu alıp arka kapağına şöyle bir göz gezdirecek de, beğenecek de, yanına alacak da, okuyacak da, sevecek de, onu yerine koyacak da, başkalarına tavsiye edecek de, o başkaları da… Bu ne acı bir bekleyiş, ne düşündürücü bir yalnızlık!

Günler geçti. İşten eve, evden işe rutini içerisinde ara ara geldi geldi gitti bu mesele aklına. Sonra iş yerinde iki öykücü arkadaşıyla çay-kahve molasında bunu dile getirdi. Geçen, dedi, böyle böyle oldu. Aklımdan çıkmaz oldu o kitabın hâli. Diyorum ki bu kitabın yalnızlık öyküsünü sen yazsan. Yazsan yazsan sen yazarsın bunu. Ne dersin?

Yazı ısmarlamak, editörlüğün şanındandı, şiarıydı. S.C ile oturanlar bilirlerdi ki her an bir yerlerden yazı fikri çıkarabilir ve bunu aniden uyumakta olan bir öğrencisine dersin ortasında, milletin içinde pat diye soru soran bir öğretmen edasıyla gözüne kestirdiğine paslayabilir. Bu sebeple S.C ile sohbette kim ne kadar dost meclisinde olduğunu sanırsa sansın, yansıttığı o sıcaklık ve samimiyetle, hah, herhalde yıllardır beklediğim oluyor, işte şimdi has dairedeyim, derse desin, S.C bir yolunu bulur ve birden iş veren patron edasına bürünüp “o raporlar o gün masama gelecek Bay Bilmemkim, bilmem anlatabildim mi?” diyebilir. 

Talepte bulunduğu öykücü, diğerinden hem yaşça hem kariyerce daha gerideydi. Zamanında yazar, şair tayfasının buluşmasında ibrenin kendisine döndüğü çıraklardan biriydi: Hey, sen! Aramızda yeni olduğun için bu buluşmayı kaleme sen aktaracaksın, tamam mı? Bu söze muhatap olup o seçkin toplulukta bir yer edinebilmek için kaleme sarılmışlığı az yoktu genç öykücünün. Bu topluluk, içerisinde barınmak için bir hüner sahibi olmayı gerektiren modern bir İbnülemin meclisiydi adeta. Öte yandan S.C farkında değildi belki ama yeni bir edebiyat türünün doğmasına katkıda bulunuyordu bu vesileyle: ileride; gezi yazıları, günlükler, anı, söyleşi gibi türlerin yanında anılabilecek bir “buluşma yazıları” türünün de öncüsü olmuş olabilirdi, kim bilir?  

Peki, S.C neden diğer tanınmış ve usta öykücüye değil de diğerine buyurmuştu bu kitap öyküsünü yazmayı? Çünkü usta öykücü ustaydı usta olmasına ama artık ısmarlama öyküler yazmaktan geçmiş bir zaman dilimindeydi. Aslında onun hangi zaman diliminde olduğunu kimseler kestiremezdi. Zamanı, bir öykü karakteriymişçesine yaşardı. Ama çevresindekiler onun bu halini umursamazlık, erteleyicilik olarak değerlendirirlerdi. Çünkü onun sanat ve edebiyatta ulaştığı seviyeyi asla anlayamazlardı. Usta öykücü M.E’de zaman, doğu bilginlerinin dinginliğini yansıtırdı. Ona ısmarlanacak bir iş belki de yıllar sonra ancak gelirdi ya da gelmezdi. Çünkü onda her şeyin bir zamanı ve zemini vardı. Oysa S.C’nin talepte bulunduğu C.D böyle miydi? O, bu türden yücelik ve bilgelikten uzak, zanaat olarak baktığı yazarlık işinde içten içe bir paye edinmek için daha o zamandan başlardı proje üzerinde düşünmeye. Proje… Bu kelime, usta öykücü M.E için ne denli tiksinti uyandırıcı ise C.D için o seviyede doğaldı. S.C’ye gelince… O, tüm bunların ötesinde, mailine düşecek, yayınlamak üzere okunacak esere bakardı, hepsi bu. Çünkü sonuç odaklı bir editör olmak, bunu gerektiriyordu. Onun için zaman, dört nala bir atın hece veznine uyumlu ayak sesleriydi. Usta öykücü için, aruza göz kırpan bir edadaki develerin aheste süzülüşlerine… Çömez olanı içinse tüm bu köklü, edebî zenginliklerden uzak bir şekilde kendi kendini yiyen bir yılandı zaman.

C.D, söz konusu ricayı emir telakki ederek düşündü durdu bu öykü üzerinde. Ne var ki onun sorunu ayrıntılarda boğulmaktı. Konu: bir kitabın kitaplıktaki yalnızlığı, bekleyişi… Bir kitabın… Kitap… Bir kere kitap derken ne kastediliyordu? İçerisindekilerden bağımsız olarak bir ceset hüviyetindeki karton ve kâğıt bütünü mü? Yoksa mürekkeplerden müteşekkil harfler mi? Yoksa ruhu denebilecek içeriği, içi mi? Sonuncusu daha mantıklı ve manalı gelmişti ama kitap ne kitabıydı ki? Öncelikle bunu bilmesi gerekiyordu ama bunu sormaya çekindi. “Ağabey, bahsettiğin öyküyü yazacağım da, acaba kitap ne kitabı? Başlığı nedir?” Cevap şu olabilirdi: “Sen bu öykünün yazarı olarak kitabın başlığının ne olmasını isterdin?” Sonrası kem küm, ııı, şeyyy olabilecek bu muhtemel soru ile yüzleşmemek için düşünmeye devam etti. Odasındaki kitaplığın önünde durdu. Kitaplarına baktı uzun uzun. S.C’yi anlamaya çalıştı. Bu öykü fikrinin bir kaynak olup fışkırdığı yerde arıyordu ilhamını. Kitaplara gözlerini dikti, kulak kabarttı. Ancak bir türlü ilk sorunu çözemiyordu: kitap nedir? Dayanamadı, açtı bir sözlüğü, anlamına baktı: 1. Bir araya getirilmiş yazılı veya basılı yapraklardan meydana gelen bütün. 2. Herhangi bir konuda yazılmış manzum veya mensur eser. 3. Allah tarafından vahiy yoluyle peygamberlere indirilen Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an. Hatta şu bile: 4. Yazılmış ya da basılmış yaprakların bir araya getirilmesinden oluşan, 49 sayfadan az olmayan ve bir konuyu belirli bir düzen içinde sunan yapıt.

Sonra içine döndü. Kendini bir kitap şekline bürüdü zihninde. Ve kitap saflarının arasına sokularak beklemeye başladı. Oradan baktı odaya ve kendine. İşte o zaman anlamıştı: insan ne demek? Et ve kemik mi yoksa his ve sezgi mi? Yoksa ikisinin bir aradaki durumu mu? Hah, dedi, ikisinin bir aradaki durumu. O zaman kitap, içiyle dışıyla bir bütünlük. Ama sonra bu mantıkta da bir hata olduğunu anladı: İnsan ölünce bedeni de insan saygısını hak ediyor. Ya içerisinde yazı olmayan karton ve sayfa bütünü? Kitap fiyatında satılmıyor ki? Defter diyorlar hatta, bambaşka bir şey oluyor. Sonra gereğinden çok düşündüğünü, yanlış yerlerde gezindiğini fark ederek vazgeçti. Ve baktı ki bu öyküyü yazamayacak, şöyle bir fikir doğdu birden: Neden ben kitaplıktaki bir kitabın yalnızlığı ve bekleyişi konulu öykü fikrinin doğuş öyküsünü yazmayayım ki? Eh, yazarın kendi içinde kendi emeği ve elemiyle doğurup beslemediği, büyütüp benimsemediği ısmarlama öykü de ancak bu kadar olurdu, değil mi? Bu bahaneye sığındı ve başladı parmakları klavye üzerinde gezinmeye: Editör ve yazar S.C, adeti olduğu üzere bir salı akşamı yine üniversiteli gençlerle buluşmak için Süleymaniye civarındaki dernek binasına henüz varmıştı. Evet, böyle yazmıştı ilkin.     

Sonrasında sorulacak tek soru şuydu: S.C bir editör olarak kendi içinde, kendi emeği ve elemiyle doğurup beslediği, büyütüp benimsediği öykü fikrinin böylesi bir tahrifata tâbi tutularak harap edilmesine razı gelip de bu yazıyı yayınlar mı yayınlamaz mı? İşte, bunu da zaman gösterecekti. Ancak o an şöyle umdu ve temennide bulundu C.D: “Ama bu cevabı gösterecek olan zaman inşallah usta öykücü M. E’nin zamanı olmaz!”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Mesude , 20/11/2022

    Çok güzel bir yazı olmuş. Hem güldürdü hem de öğretti…
    Ismarlama yazının dahi aslında sahibine tevdi edildiği güzel bir örnek…
    Zamanın da gelecek mi, bekliyoruz :)

  • Bu köşe kış köşesi , 26/08/2022

    Bu editör aynı zamanda şair olan ve saçını kazıtınca şiir yazan, yolda yürürken duyduğu bir cümle üzerine şiir yazan, kadıköyle ilgili şiir yazan, metaverse diye bir şey çıkınca şiir yazan şair değil mi? Böyle bir şairden başka ne beklenir ki? Havada kuş uçsa, yemek yerken boğazına kaçsa yediği ve o an öleyazsa, anlık bir nefesi kesilse “bunu yaz!” der ya da kendi yazar. Kitaplığa bıraktığı kitabın yalnızlığını bu kadar düşünüp sonra “bunu yaz!” dememesi garip olurdu zaten.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir