İki Harfin Hikâyesi

Her şey o kadar güzeldi ki… Sanki koca alfabe bir tek ikisinden oluşuyordu. Yan yana oldukları kelimelerin kullanıldığı cümleler, hiç olmadığı kadar şen ve mutluydu. Metinlerse hayat dolu, cıvıl cıvıl… Zamanla birbirlerine karşı hisleri çok daha arttı. Bazen C, S’leşiyor, mutluluktan kıvrılıp dansa duruyor, bazen de S, C’ye öykünüyor, pürüzsüz bir hâl alıp tüm kenar, köşelerinden kurtuluyordu. Bu, en sevdikleri oyundu. Mensubu oldukları alfabeyle yazıya aktarılan dilde o zamana kadar en güzel eserler verilir olmuştu artık. Nice dil bilgini bu yeni dönemi, dillerinde bir devrim olarak görmekte, hakkında çalışmalar yapıp tezler sunmaktaydılar. Diğer tüm dilleri gölgede bırakan bir tatlılıkla yazılan türlü türlü kitaplar, dünyanın her yanına yayılır oldu. Her şey her zamankinden güzeldi güzel olmasına ya, hiçbir şeyin sonsuza dek iyi gideceği bir yer, şimdi olduğu gibi o zamanlarda da yoktu maalesef.

Bir gün S, C’yi gördüğünde bir tuhaflık fark etti. “Canım,” dedi, “Sanki altında bir şişkinlik var, hasta falan olmayasın?” C, halinden gayet memnun olacak ki bunu gülerek karşıladı, “Hayır sevgilim, gayet iyiyim.” S, hemen inandı C’nin bu sözüne ve gülümseyerek gözlerinin kendine oynadığı oyuna gelmemeye çalıştı. Fakat gün geçtikçe C’nin altındaki çıkıntı git gide belirginleşiyordu. S, artık iyiden iyiye korkar olmuştu bu durumdan. C, giderek değişiyordu sanki. Bir vesileyle tekrardan açtı meseleyi S. Ama bu defa biraz ciddi bir şekilde. C de farkındaydı ama herhangi bir sorun görmüyordu bu durumda. Ama işte, S, çok hassastı. Uyarmadan edemedi: “Lütfen, seni ilk gördüğümdeki gibi kal, olur mu? Değişme sakın; çünkü ben seni böyle seviyorum. Şu şişkinliğin de bir çaresine bak derim…” Tüm bu sözler C’yi sevindirmişti sevindirmesine ama düşüncelere de sevk etmişti bir yandan. Çünkü C, bu durumdan şikâyetçi olmadığı gibi altındaki şeyden nasıl kurtulacağını da tam olarak bilmiyordu.

Gel zaman git zaman bir gün S, iyiden iyiye belli etti düşüncelerini. C’yi, artık iyice Ç’ye benzemekle suçladıktan sonra, artık şöyle bir silkelenip kendine gelmesi gerektiğini, bunun böyle gitmeyeceğini vesaire anlattı da anlattı. O bunları söylerken C, ilk şokunu yaşamıştı. Çünkü tam anlamıyla aşkı tattığı sevgili S’si, ilk defa hiç olmadığı bir haldeydi karşısında. Ona, değiş, diyordu. Daha doğrusu değişme…

C, başladı değişim için geri sayıma. Neler yapmadı ki; altındaki şeyi satıra saplayıp arkadaşı B’nin de yardımıyla onu kırmaya çalıştı önce. Ama bu, çıkıntının çok daha belirgin olmasından, çengelli bir hal almasından başka bir işe yaramadı. Sonra Ç ile kancalarını birleştirip kendilerini bir yandan B’ye, diğer yandan da D’ye çektirdiler ters istikametlerde. O da fayda vermedi. Velhasıl ne yapıp ettiyse bir türlü kurtulamadı sivilce sevimsizliğindeki o şeyden.

Günler geçtikçe S’nin sabrı da tükeniyordu. Artık S’nin sesi çok daha hışırtılı, sert çıkar olmuştu C’ye karşı. C’nin beceriksizliğinden, kendisini gerektiği derecede sevmemesinden, sevmiş olsa değişeceğinden falan bahseder olmuştu. İşin tuhaf yanı C de S’ye hak veriyor, bu konuda kendini suçlayıp duruyordu. Artık kendine ne güveni kalmıştı ne de eski mutluluğu. Bir yandan S’ye, her şeyin eskisi gibi iyi olacağına dair umutlar vermeye çalışıyor, bir yandan da değişememenin verdiği sıkıntı ve tedirginlikle içine kapanıyor, yalnızlaşıyordu. Ne var ki bir türlü törpüleyemiyordu kendini. Belki de artık kim bilir gücü tükendiğinden, bunu isteyemiyordu bile. Bu ise S’yi çileden çıkarıyordu.

Gün geldi, S, C’ye baktığından onu göremedi. Onun yerine C, sanki ne eksik ne fazla bir Ç oluvermiş çıkmıştı. S, son zamanlarda yaptığı gibi tüm üzüntü ve öfkesiyle bağırıp çağırıyor, çok daha gürültülü bir hal alıyordu. Ben, diyordu, ben, o eski C’yi, o ilk gördüğüm pürüzsüz, pırıl pırıl C’yi görmek istiyorum. Aslına bakılırsa C, S’nin ona olan sevgisinden şüphe etmemişti hiç. Kendininkinden de… Ama işte hep tartışıyor, hep kavga ediyorlardı ne zamandır. Ve sonunda olan oldu. S, baktı ki C’de, yani yeni Ç’de herhangi bir değişiklik yok, kendinde de Ş olma hakkını gördü ve bir gün oluverdi de. Yeteri kadar sabretmiş, gereği kadar şans vermişti ona sonuçta. Vicdanı rahattı. Artık her ikisi de birbirini anlamayan farklı dillerin alfabelerindeki yabancı harfler gibiydiler. Birbirlerini anlamıyorlardı.

Zaman, hep daha ilginç olabilmeyi başarmıştır. Bu hususta onun eline su dökecek gerçeklik yok gibidir. Aynen öyle oldu yine. Dışarıdan bu iki harfe bakanlar, artık bambaşka şeyler görüyorlardı. S, bir süre sonra artık Ş’likten de çıkmış, üst köşesinde beliren zehirli bir çatallı dille, sertleşmiş sesiyle ürpertici bir hal almıştı. Artık satırları okşayan kıvraklığının yerini, tehditkâr bir sürünmeye alışkın alışılmadık bir tavır almıştı. C’ye bakanlar ise Ç’yi bile göremez olmuşlardı artık. İyiden iyiye tekinsiz, pısırık, dengesiz bir hale bürünmüştü. G, değildi. O, hiç değildi. Bir ucube gibi baş çıkarır olmuştu artık az kullanılır hale gelmiş kelimelerin arasından. Her ikisi için de artık bir harf olmadıkları söylenir olmuştu köşe bucak fısıltılarla yayılan dedikodular boyu.

Sonra ne mi oldu? Alfabe, belli bir süre sonra iki harf eksik devam etti hayatına. Eksikti bir takım kelimeler ama ölüme bile alışan insan buna mı alışmayacaktı? Aslında olan, diğer harflere oldu. Çünkü bu olaydan ders alan dil bilimciler, şairler, yazarlar, cümle kalem erbabı, bundan böyle harflerin birbirlerine âşık olmasını yasakladılar. Herhangi iki harf arasında en ufak bağ sezseler, hemen o harflerin yan yana kullanıldığı kelimelerin kullanımlarını kısıtlar ya da kelimenin eşanlamlısı başka bir kelime kullanır oldular. Tabiî bu da zamanla yazı dilini ve sonrasında konuşma dilini etkiledi. Laboratuvar ortamında yapay bir dil inşâ edildi neredeyse. Bu dilin altın çağı yerini gayet sığ, sıradan, basit metinlere bırakır oldu. Yüzyıllar boyu bu değişime şahit olabilmiş bir insanoğlu bile olmadığından durum, giderek kabul görüyor, yadsınmıyordu. S ile C mi? Onların hali bambaşkaydı.

İki harf, yılların marifetiyle eski metinlerin ağ bağlamış sayfaları arasında sararmış, küflenmiştiler. Ne var ki hâlâ kuşaktan kuşağa aktarılan bir genetik hastalık gibi en gizli saklı yerlerde birilerinin kalemlerinin ucundaydılar. Kimdi bunlar? Elbette bir türlü normalleşememiş veya anormalleşmiş tiplerdi… Sevdiğine kavuşamayan ya da yasak bir aşkın lanetine tutulup her gün işkencelerden işkence beğenmek durumunda kalanların kaleme aldıkları satırlardaydılar işte. Genelde bu kişiler, kâğıtları bu iki yasaklı, unutulmuş harfle kirlettikten, lekeledikten sonra, kendilerini meşru olmayan iradî bir ölümün kollarına atıyor, bu dünyaya dair her şeyi ellerinin tersiyle itip göçüyorlardı. Ancak kimselerin, onların dahi bilmediği bir şey vardı. Bu iki harf, her şeye rağmen birbirlerinin özlemi ve hasreti olmaya devam edeceklerdi. Hem de kıyamete dek… Bu iki harfin hikâyesinin özetini ise bir filozof haykıracaktı bilgeliğin dumanlı zirvelerinden: “Hayatı, tutarlılık üzerine yürütemezsiniz!”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • arızalı , 22/01/2020

    aşağıdan doğru söylenen övgü sözleri daima bir hakarettir demiş adamın biri.. o yüzden diyorum ki hikayenin nasıl olduğunu bilmem ama bize verdiği his yavaşlık sakinlik gibi yani her güzel şey gibi bir şey:)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir