Mutfaktan bahçeye açılan cam kapının önünde duraksadım. Soğuk havayı biraz içime çekmek iyi gelecek diye düşündüm. Kapıyı açtım. Tel korumalığa dokunmadım. Ayazın ciğerlerime doğru usulca inerken vardığı yere sertçe çarptığını hissettim. Zemin katta oturmanın güzelliği bahçenin sahibi olmaktı. Bakışlarım, karşı apartmanın bahçesiyle bahçemize bir sınır çizen yüksek duvarda donuklaştı. Aynı anda kalbimi, tüm günün yorgunluğundan geçip gelen, sızıyla karışık bir heyecan doldurdu. İnsanın hiç olmadık bir anda burnunun kaşınması yahut uykusunun gelmesi kadar olağan ve tatlı, hem zorlayıcı hem karşı konulmazdı olanlar. Öğreneceklerimi sıraya koymuş koştururken anlayabildiklerime hayret edip anlayamadıklarımın sancısıyla boğuşmaya başladım. Zihnimin bir anda yavaşlayacağını, tek bir sebebe takılıp kalacağını hesap etmemiştim. Ne kadar berrak ve ne kadar karmaşıktım. Kendimi durdurmaya çalışmam boşunaydı. Ellerimle kafamın üzerinden savuşturmaya çalıştığım her düşünce kalbime çoktan yerleşmişti bile. Bu insan olmanın hangi yanıydı?
Kardeşim, evdekileri uyandırmamak için parmak uçlarında mutfağa girdi. Sessizce kapıyı kapattı. Arkam dönüktü ama gelenin o olduğunu biliyordum. Masadaki turuncu, delikli sepette duran mandalinalardan bir tane aldı hızlıca soydu. Yanıma dikildi. Omzuyla omzuma vururken muzip ses tonuyla “Heyecanlı mısın?” dedi.
Gözlerimi kapattım. Başımı ona doğru çevirdim. Gözlerimi titreterek zar zor açarken, “Daha çok hüzünlü” diyebildim. Bakışlarını gözlerime dikmişti. İçinin yandığını hissettim. Benim de içim yandı. “Aman ablaa!” dedi. Ağzına aldığı mandalinaları zar zor yutmuştu. Kalanları elime tutuşturdu. “Sen de çok duygusalsın, böyle yaparsan annemi hasta edersin” diyerek çıktı mutfaktan.
Öyle miydim gerçekten? Duygusal… Onun bu duygusallıktan kastının kuru bir melankoliden ibaret olduğunu biliyordum. İçimi anlamadan kaplayan bencil duygulardan kurtuldukça daha gerçekçi, hayatın akışı içerisinde şaşılacak veyahut yaralanacak her şeye daha soğukkanlı bakar olduğumu düşünmüştüm oysa. Yine de mutsuzluk değildi durduğum yer. Öyle düşünüyordum. Zira insan kederden, kaygıdan, hastalıktan bir yol tutup yürüyebiliyordu da, mutsuzluk tuttuğunu kolay kolay bırakmıyordu. Bense şimdi zahirde koşar adım içimde öylesine yavaştım ki. Yoksa mutsuzluktan bir pay mı almıştım?
Hırkamın açık duran fermuarını kapattım. Onca koşturmacanın arasında bir de şifayı kapmayayım diye düşündüm. Hayret! Şimdi de işlerim aksar diye mi korkuyordum. Öyle ya ben hastalanırsam mavi koltuk takımına uygun halıyı kim seçecekti? Yemek takımının konseptiyle uyumlu masa örtüsünün hangisi olacağına kim karar verecekti?
Bir bahar günü annemin beni sokağın başındaki Ali amcanın züccaciye dükkânına sokup bin bir ısrar aldırdığı tencere takımını hatırladım bir an. Gizlice sevinmemiş miydim? Bir de mutluluğumun nedenini tereddütsüz bahar rüzgârında bulmuştum. Kendime itiraf etmem gerekenler gözümü korkuttu. O an düşüncelerim, uzun zamanlar sonra ilk kez sustu.
Tel kapının önüne bir kedi ilişti. Kapıyı açtım. Çömeldim. Kedi kucağıma oturuverdi. Tüylerini okşamaya başladım. İşte zamandan geçip gelmiş bin yılı çözecek bin yıla etki edecek bir anın içindeydim. Bu yumuşaklıktan gönlüme bir şeyler erişmişti. Her anlam bir hazine gibi saklandığı âna, saklandığı mekâna meftundu. Hiçbiri zamanına da mekânına da ihanet edecek değildi üstelik. Bir parça yakamdan tutan mutsuzluğu savdım o an. Genişledi aklım ve kalbim.
“Rabbim!” dedim. “Sen en doğrusunu bilirsin…”
Ayşe Sever
1 Yorum