Körük misali inip kalkan göğsünü, ağacın kabuk tutmuş gövdesine dayadı. Kollarıyla sarmaladı gövdeyi. Kaldırdı başını, hışırdayan yapraklara baktı. Bir çınar ağacıydı. Dipdiri yeşilliğiyle, göğün altında ne de belirgindi… Açılmış bir ele benzetirdi hep çınar ağacı yaprağını.
Uçsuz ovaya dalmış bakarken, bir rüzgâr koptu doğusundan. Boynunda domur domur olan terleri kuruladı. Umutsuzca baktı tekrar ovaya. At yoktu. Burada da yoksa, mümkünatı yok bulamayacaktı. Hem karanlığın çökmesine de handiyse az kalmıştı. Yorgun kollarını çözdü ağacın gövdesinden. Karıncalar ve ağacın kabukları yapışmıştı koluna. Üfürdü hafifçe.
Güneş, karşı köyün hanelerinin üstlerinde geziniyordu. Çok geçmeden dağın ardına çekilirdi. Karanlık çökmeden eve yetişmeliydi.
Avluya vardığında annesi Kudret’i evin damında oturur buldu. Çulu sermiş, lahana yapraklarını ayıklıyordu. Levent’i bet-perişan görünce şalvarını silkeleyip ayağa dikildi. Eliyle ahırı gösterdi:
“İbrişim geldi oğul! Kendi geldi. Ahırda…”
Annesinin lafını bitirmesini beklemeden ahıra koştu Levent. Ahır henüz karanlık sayılmazdı. Güneşin portakala dönüşen rengi, ahır duvarının dökülmüş taşlarından içeriye sızıyordu. İçerideki koyunları, dört inek bir öküzü ve İbrişim’i olduğu gibi görebiliyordu. Gitti İbrişim’e yanaştı Levent. At hâlâ derin derin, sıcak sıcak soluyordu. Boğum boğum olmuş iplere benzediği için, Kudret’in İbrişim ismini lâyık bulduğu yeleleri ıpıslaktı. Uzandı İbrişim’im terli gözlerini öptü. Toprak gibiydi İbrişim’in rengi. Ama içeriye sızan ışıklardan, kızıla kesmişti. Gözlerindeki teri sildi Levent, sonra sırtını, yüzünü ve boynunu kuruladı. Eli İbrişim’in boynunda öylece kayınca duruldu. Kolye boynunda yoktu. Bir daha yokladı, emin oldu bu kez. Ahır daha bir kararmıştı. Yere eğildi. Elleriyle yeri yokladı önce. Emekleyen bir bebek gibi ahırda dört dönmeye başladı sonra. Ellerine tezek ve koyun dışkısından gayrı bir şey gelmedi.
Avluya çıktı ağlamaklı. Güneş kaybolmuştu iyice. Ay, suda eriyen buz misali silik ve camdandı henüz. Uzaklardan bir kuşun hüzünlü ötüşü duyuluyordu. İbrişim’in firuze taşından yapılmış kolyesi bende, der gibiydi; babanın kendi elerliye işlediği o kolye bende. Kuşun sesine İbrişim’in ahırdan taşan kişnemeleri karıştı.
Evin ışıkları yanıyordu. İhtimal annesi yemeği hazırlamıştı. Karnındaki gurultuyu açlığa değil, korkuya verdi Levent. İbrişim de, firuze taşından kolye de babasının yadigârıydı. Annesine, kız kardeşi Nimet’e ve İbrişim’e aynı taştan keserek üç kolye yapmıştı babası Gani. İbrişim’in boynunda salınan kolyeyi her görüşünde babasını hatırlar, bir kıvanç, rahatlık duyardı. Hep ağlayarak yad etmek kâr etmiyordu, babasını unuttuğu yoktu ki zâti. Hep üzerinde hissettiği varlığıyla yaşamaya alışmalıydı.
Avlu kapısından dışarı çıktı. Kuşun ötüşü durmuştu. Sadıkların evinden tabak çanak sesleri geliyordu. Diğer hanelerin ışıkları da yanıyordu tek-tük. Osman evinin bahçesinde beyaz atletiyle çay içiyordu. Canı yürümek istedi Levent’in. Bir rüzgâr koptu, geldi yüzünü yaladı. Birkaç adım atmıştı ki, öteden ayak sesi işitti. Dikkatlice baktı, gelen Remziye’ydi. Elinde bir tabak. Tabağın üstü tabakla örtülmüş. Remziye, Levent’i görünce önce yavaşladı, sonra durdu:
“Hayırlı akşamlar Levent. Kudret teyzem evde mi?”
Gözü tabağa çevrildi istemsizce. “Evde evet,” dedi Levent. “Hayırdır?”
Elindeki tabağı gösterdi Remziye. “Hiç. Annem mevlit verdiydi bugün. Kudret teyze gelmeyince meraklanmış. Bu yemeği size götürürüm.”
“Allah kabul etsin mevlidinizi. Anam evde. İbrişim ahırın kapısını açmış, çıkıp gitmiş bugün. Onun telaşından olsa gerek gelmemesi.”
“He duydum Levent. Çocuklar konuşurlardı. Senin ne’n var, iyi misin?”
İçten sormuştu. Osmanların evinden taşan ışık Remziye’nin sol yanına vuruyordu. Tek parça, mavi bir elbise vardı üzerinde. Yanağındaki gamze daha bir belirgindi. Remziye’nin boynuna bakıverdi Levent. İbrişim’in kolyesini orada arar gibiydi. Ayın şavkı Remziye’nin gerdanını apak etmişti sanki. Gümüşten kolyesi ışıldıyordu.
“İyi değilim Remziye,” dedi Levent. “İbrişim’in kolyesi düşmüş bugün. Nerede düşürmüş bilmem. Ahırı aradım taradım, lâkin bulamadım.”
Remziye de şaşırmıştı. Köyde kimseler Gani’nin hanesi kadar kıymet vermezdi davarlarına, sürülerine. Her ineğe, öküze, hatta koyunlara dek bir isim takmışlardı: Uyuşuk, Nedamet, Sarıca, Obur, Nişancı… Gerek civar köyler, gerekse kendi köyleri bu âdeti yıllardır terk etmişti. Hayvanlarına isim vermeyi terk ettikleri gibi, onlardan sıradan, önemsiz bir şeymiş gibi bahsetmeye başlamışlardı. Oysa Gani hayattayken Yıldız adlı ineği satınca, Nimet kaç geceyi anasının dizinde ağlayarak geçirdi. Remziye’nin şaşkınlığı bundandı. Gözlerinden sakındıkları İbrişim nasıl olmuştu da kaçmıştı. Levent’in üzüntüsünü anlıyordu.
“Bak ne hatırladım Levent. Bugün köyün çocukları aşağı derede oynarlarken böyle yeşil taşlı, ip geçirilmiş kolye benzeri bir şey bulmuşlar. Sizin İbrişim’in olsa gerek. Asiye ile Zehra konuşurlarken duydum.”
Levent’i bir heyecandı tuttu.
“Sahi mi diyorsun? Asiye kimin hanımıydı Remziye? Gidip bir soruştursam acep?”
Levent’in saflığına gülüverdi Remziye. Elindeki tabakları gösterdi.
“Sen bir dur hele. Yemek soğumadan Kudret teyzeye vereyim. Yarın ben konuşurum Asiye ablayla, Zehra ablayla.. Nimet’i çağırıp iletirim sana.”
Levent kenara çekildi. Remziye elindeki tabağı düşürmekten sakınarak uzaklaştı. “Be Remziye!” dedi içinden. “O kolyeyi senin ak gerdanına takmak isterdim ama razı gelir miydin ki.. Bunu İbrişim’den alıp bana mı lâyık görürsün, der miydin acep?” Remziye avlunun kapısından içeri girene dek ardından baktı Levent.
Beklemedi oracıkta. Remziye dönüşte de görse, ayıp olurdu. Ovaya indi. Ay tabak gibiydi gökyüzünde. Uzandı çimene, yıldızları, ayı seyreyledi. Geçen sene şehre inmişti, oranın göğünde bu kadar yıldız yoktu. Şaşırmıştı buna. Köy gibisi var mı be, demişti. Kafasını kaldırıp da yıldızlara bile bakmaz şehir insanı. Ama burada dam üstünde, yıldızlar altında uyursun. Bir de Remziye olsaydı şimdi yanımda, diye geçirdi içinden. Onun sütbeyaz gerdanına, yanağındaki çukura bakmak yeter gelirdi kendisine.
Çimenlerin kokusu, ağaçların hışırtısı, kuşun kesik kesik ötüşü uykusunu getirdi Levent’in. Erine erine kalktı uzandığı yerden. Doğru eve yol aldı. Annesi, Nimet uyumuşlardı. Kendini döşeğe atıverdi. Mis gibi kokuyordu yatağı. Ne denli yorgun olduğunu o an anladı. Yüzü yastığa gömülü uyuyuverdi.
Bardak şıngırtıları sesinden uyandı sabah. Annesi mükellef bir kahvaltı hazırlamıştı anlaşılan. Ne vakit sabah türkü çığırarak kahvaltı hazırlıyorsa, tüm eve aksediyordu bu kıvanç dolu hâli. Şimdi de şakrak sesi Levent’in odasına dek geliyordu:
***
Kayalar gölgelendi
Güzeller suya indi
Her güzelden bir öpüş
Gene can tazelendi
Gel gel yanıma keklik
Kastın canıma keklik
***
Çevik bir hareketle kalktı yataktan Levent. Yorganını, döşeğini, çarşafını katlayıp hepsini duvarın dibine istifledi. Yine aynı çeviklikle giyinip annesinin yanına vardı. Nimet yoktu. Mutfaktan çaydanlığı getiren annesine sordu:
“Ana, Nimet nerde? Niye yardım etmez sana?”
Kudret çaydanlığı yer sofrasına indirip öyle cevap verdi:
“Sabahın köründe Remziye, Irazca’nın oğluyla haber saldı. Nimet bir gelsin hele, diyeceklerim var, demiş. Ben de bir şey anlamadım bu işten oğul.”
Levent’in yüzü ışıdı. Annesinin yanağını çimdikledi, “Ana, dün akşam Remziye’yi bize yemek getirirken gördüm kapı önünde. Asiye ile Zehra konuşurlarken duymuş o da, çocuklar dere kenarında bizim İbrişim’in kolyesini bulmuşlar herhal. İhtimal Remziye onun için çağırmıştır Nimet’i,” dedi.
Levent’in sevinci salt kolyenin bulunmuş olmasından mıydı, yoksa Remziye’yle rast gelmesi miydi, bir an düşündü Kudret. Tatlı bir asabilikle Levent’i kışkışladı eliyle: “Hadi hadi! Elini yüzünü yuğ da, gel kahvaltıya otur.”
O ara kapı açıldı. Nimet, Remziye içeri girdiler. Nimet, elinde firuze taşını sallıyordu, “Ana bak! Ne getirdim!” diyordu saf gülüşüyle. Remziye iki elini önünde kenetlemiş, Nimet’in içten sevincine bakıyordu hayranlıkla. “Hepimizin gözü aydın,” dedi Kudret. “Bir sancılı arayıştı bizimkisi, şükür ki maksuda erdik. Mühim olan bu taş parçası değildi elbet, onun bizlere hatırlattıklarıydı.”
Neden sonra fark etti, büyük bir kabahat işlemişçesine Remziye’ye yanaştı; “Remziye kızım, mazur gör dalgınlığımızı. Buyur gel, kahvaltıyı da yeni hazırladım. Kaynanan severmiş seni. Hep beraber oturalım.”
Hesap ederek söylememişti lâkin, “Kaynanan severmiş seni” derken Levent’in yüzüne muzır bir gülücük kondu. Bunu bir tek Remziye fark etti odada. Sofraya oturdular hep beraber.
Ümit Yiğit
1 Yorum