Mehmet Erikli’nin, bir türlü bitemeyen romanından kısa bir bab…
***
Armudun yetişmediği, eriğin çiçeklenmediği, ayvanın çokça yendiği bir kasabada kaşla göz arasında biten çığırtkanlar sokak ortasında feveran ederekten gezginleri takdim ediyordu. Bu kasaba, dolap beygiri gibi dönüp hep aynıyı yaşamaktan bıkmayanların ömür törpüsü haline gelmiş bir yerdi. (Kasabanın özelliklerine daha sonra dönebilirim) Bir yandan çığırtkan “haydiii mavrayaa, haaydi curcunayaa, haydi mavrayaaa…” diyerekten ortalığı yıkarken ahali üçer beşer toplanıyordu. Hırdavatçılar, levazımcılar, nalbantlar, musahhihler, muharrirler, mal mülk sahipleri… Hepsi de çığırtkanın ağzına dayanmış vaziyette ondan döküleni kana kana içiyor gibiydi. Maazallah sıbyanı yutmak üzere olanlara bile rast gelinebilirdi burada. Merak insanı ikiye bölüyor böyle zamanlarda. İnsanlar bir yanıyla işini düşünürken bir yanıyla birazdan anlatılacak hikâyenin nasıl başlayıp nereye varacağını hesaplıyor.
Ayrık Cemal, Aşıtutmaz Memmet, Zampara Nedim ve Dinamit İsmet de (ki bu dördü kasabanın at hırsızları olarak nam salmış hayırsızlarıdır) gezginin anlatısına kulak dayamaya varmıştı. Diğerleri gibi telaşlı ya da meraklı görünmüyor, olabildiğince sakin ve acaba bu adamdan ne araklarsak kâr ederiz derdiyle hikâyenin başlayacağı anı halatla çekiyordu. Onların ikiye bölünecek bir yanı da yoktu. Çığırtkanların susmasıyla katırıyla kasabaya çok da etkileyici bir giriş yapamayan gezgin kimilerine göre daha çok hokkabaza benziyor olsa da hayatta en iyi bildiği işi icra edip gidecekti. Destursuz yanına yaklaşanı delmeye hazır olan Piştov Kemal hayırsız dörtlünün biraz uzağında yer tutmuştu. Horoz gibi ötmeyi sürdüren çığırtkanlardan birine salladığı mermi sekip gezginin ayağını sıyırınca ortalık karışmaya başlayacaktı. Fakat ortalık yerde toplaşan ahali zınk diye durakalmış, bazıları hafif bir yellenme sonrasında çuvalını doldurmuştu. Gezgin ayağını sıyıran mermiyi tutmuş ve şöyle seslenmişti: “İlk akçemi aldım. Hayır olsun.” Piştov Kemal ne ciğerler delmişti delmesine ama böylesini ilk defa görüyordu. “Perili bu. Dinlemeyin bunu. Hokkabaz giremez bu kasabaya, haydi defol git!” Diye çıkışıp baba yadigârına bir kez daha sarılınca çuvalı doldurmayı bırakın yırtmıştı yırtmış. Baba yadigârı ilk kez çekildiği anda patlamamıştı. Tutukluk filan da yapmış değildi. Gürp diye yere yığılıvermişti Piştov Kemal. Birkaçı kaldırıp kendine gelmesi için götürdü onu. Çıkan hengâmeden ürküp çoktan tabanları yağlayanlar her zaman yaptıkları gibi ağaç kovuklarına saklanmıştı. Burada ağaçların gövdeleri geniştir. Zamanla genişleyen ağaç gövdeleri birer kapı gibi açılır ve bir iki insanın sığabileceği genişlikte enine doğru büyür.
Gezgin heybesinden çıkarttığı ciltli bir kitabı açmıştı. Üç çığırtkandan en kısa boylu olanını yanına çağırıp kitabı eline tutuşturdu. “Anlatıma dikkat buyurun ey ahali!” diyerekten lafa girdi. Bazıları homurdandı. Daha uzun bir girizgâh bekleyenler çoktu. “Neticede akçemizi veriyoruz. Bir aralık, çöpten mi topluyoruz biz akçeleri?” diye içine doğru konuşan birini işaret etti gezgin. “Sen” dedi ona. “Ben mi?” dedi adam. “Evet sen. Çöp senin bünyenden arta kalanlarsa eğer en geçerli akçe orada aranmalıdır. Yanlış mı?” Piştov Kemal’den sonra o da gürp dedi yığıldı. Yüzüne su çaldılar. Ayılamadı. Osuruk otu koklattılar. Bana mısın demedi. “Vay be. Daha ne olacak bakalım?” diye arşı âlâ tepesine inse biraz daha nasıl korkabilirim kafasında olan Aşıtutmaz Memmet sükûn içinde olayları izliyordu. O da içinden gezgin hakkında varsayımlarda bulunuyor ve onun asıl mesleğini çözmeye çalışıyordu. Kafasında döndürdü, dolaştırdı. Bu dedi olsa olsa feylesoftur. Yahut bir keşiş… Akıl okuyor, akıl veriyor. Eh birazdan hikâyesini de dinleyeceğiz. Gezgin gözlerini Memmet’e kilitleyip “Hayır” dedi. “Feylesof değilim. Keşiş de sayılmam.” Aşıtutmaz Memmet bu diyalogdan haz almıştı. Ağzı kulaklarında öyle bir sırıtıyordu ki hemen yanında duran Zampara Nedim “Mal bulmuş mağribî gibi ne sırıtıyorsun?” diye çıkıştı ona. Memmet de birkaç dakika içinde yere kapaklandı. Ahalinin merak ayarlarıyla oynanmadıysa eğer daha beş on kişi daha yere çakılsa bile elde kalanlar bir yerlere gitmez ve meraklarını gidermek için gerekirse gezginin yakasına yapışıp “Diyeceğini de ulan! Bizi gebert ama diyeceğini de!” vaziyetindeydi. Vücut dilleri bunu açık ediyordu. Nihayet gezgin söze başladı. Hikâyet! Hikâyet! Hikâyet! Benden önce malum olunmuştur ki yerde ve gökte kanatlı ve ayaklı ne kadar can var ise hakikati işitmiştir. Benim diyeceklerim merak nimetinin kaşıyıcısı sadece. Yanımda duran şu âdem… Hakikat budur. Sizler varla yok arası, rüya ile uyanıklık arası, geceyle gündüz arası bir duraktasınız. Hiçbirimiz şuncağız âdem kadar gerçek değildir. Bir “Hoppalaaa” çekti Dinamit İsmet. “Valla” dedi. Hikâyeye geç yoksa münasip yerine dinamit lokumunu tıkarım, Uranüs’e tayinini yazarım!” Gezginde korkacak göz yoktu da bu Dinamit İsmet bahçesindeki kayayı kaldırmak için dinamit kullanarak evi de bahçeyi de havaya uçurmuş bir adamdı. “Ben Piştov Kemal’e benzemem. Yakarım.” Dedi. Dedim ya Gezginde korkacak göz yok diye… Katıra bir işaret çaktı Gezgin. Katır yanaştı. Biraz sıvazladı onu. Kulağına doğru bir şeyler fısıldadı. Merak ne yılışık bir şeydir arkadaş millet mıh gibi olduğu yerde beklemeyi sürdürüyordu.
Mehmet Erikli
2 Yorum