Edebifikir’in dört hikâyecisi her hafta bir “kelime”ye dört farklı gözden bakıyor ve kısa hikâye yazıyorlar. Bu haftaki kelimemiz “Oda” idi. Okurlarımızdan da bu kelimeyi merkeze alan hikâye yazmalarını istedik.
Hikâye gönderen Sinem Çağlancı, Hasan Bazı, Ayşe Büşra Adıyaman, Hüma Nur, Melike Ayan, Merve Akdağ, Alaaddin Küçükkürtül, Mustafa Dünger, Hamidiye Betül Çeven, Bilal Bahadır Kuzucuk, Ali İhsan Bilgiç, Zeynep, Mukaddes ve Büşra Darçın’a çok teşekkür ederiz. Editörlerimiz bunların içinden üç hikâyeyi seçtiler.
Not: Hikâyesi yayımlananlar adres bilgilerini gönderirlerse kitapları postalanacaktır. Yeni hikâyelerde buluşmak üzere…
***
Sinem Cağlançı/ Çerçeve
Depremin üstünden dört gün geçmişti. Topraktan yeni bir ses seda yoktu. Artçılar dağılmış, dışarı da yeni bir kent kurulmuş, aranılan özgürlük deprem vesilesiyle komşuluk ilişkilerinde vücut bulmuştu. Gelecek kaygıları, hüzünler, ah’lar ve vah’lar birkaç gündür aynı masaya yatırılıp iyice dipbucak konuşulup kaldırılıyordu. Çaydan çıkan dumanlar parmaklara birikip ağız boşluğuna terk edilirken, Allah lafzı dudaklara daha güzel oturmaya başlamıştı. Başlayan dostlukların, güzel kelimelerin yanında gırtlağa kadar biriken ve artık evlere dağılmak istenilen bir duygu çöreklenmişti dört günün sonunda kalplere. İlk annem başlattı. Doldurdu minicik çantasına eşyalarımızı. Gelirseniz gelin diye ekledi. Gittik. Evimiz, yalnızlığa terk etmiş hissi damlarken bir yandan da kürek kürek korku atılıyordu içimize. Odaları tek tek dolaştık. Tek oturma odasının duvarında çatlak vardı. Annem ellerini çizginin boşluğunda sürüklerken, hızlı hareketlerle yıllardır dokunmadığı sandığını açmaya gitti. İçinden siyah beyaz bir çerçeve çıkarttı. Tozunu aldı. Çatlak yere bir çivi çakıp çerçeveyi astı. Dargın olduğu dedem evin çatlağını kapatmıştı.
Alaaddin Küçükkürtül / Öğretmenler odası
Ökkeş Amca bizim okulun hademesiydi. Orta yaşı geçkin sık ve kır saçlı, hafif etine dolgun, sessiz, kendi halinde birisiydi. Onu en çok öğretmenler odasının önünde görürdüm. Sanki sevdiği adam gurbetten gelecek bir kadının pencereden bakması gibi bakardı kapıdaki “öğretmenler odası” yazısına ve “öğretmen olmak varmış bu hayatta arkadaş” diye mırıldanırdı. Sanki o oda öğretmenler odası değil de çocukluğunun ve gençliğinin tüm hayalinin saklandığı eski bir odaydı.
Okulun hademesiydi ancak hademelik dışında her işi…
Müdürün ev alışverişini yapar. Öğretmenlerin faturalarını yatırır. Bayan öğretmenlerin evlerindeki bozuk eşyaları tamir ederdi.
Küçük bir ilçeydi yaşadığımız yer, herkes tanırdı onu. Öğretmen olma sevdasını bilirler ve dalga geçerlerdi.
Üniversiteyi bitirip memleketime döndüğümde Ökkeş Amca’nın ölüm haberini aldım ve mezarına ziyarete gittim, mezar taşını gördüğüm an duraksadım. “Öğretmen Ökkeş Semerci, ruhuna Fatiha.”
Hemşerileri ona son iyiliğini yapmıştı. Öğretmen odasına göz ucuyla bakan ve bu bakışı bile ona yakıştıramayan bu dünya, ancak onun ölümüne cömertlik yapmaya lâyık olabilirdi.
Bilal Bahadır Kuzucuk / 1080 Numaralı Oda
Kurt gibi dolaştı yatağın etrafında. Burnundan soludu. Durmadan volta attı odada. Beklemenin acısını iliklerine kadar hissetti. Bir vakit sonra dışarıda şakırdayan yağmur irite etti onu. Dört duvar üzerine çökecek gibi oldu. Saatin tik takları yavaş yavaş battı beynine. Göğsünden yukarı acılar yükseldi. Sanki hançer saplandı ciğerine, midesine, kalbine. Böğürerek ağlamak istedi. İçinde patladı. Afyonu başına vurdu. Gözleri karardı. Olduğu yere çöküvermek istedi. Yapmadı.
Kapı ziliyle bir anda irkildi. Sevindi de. Damarlarına giden kan daha tatlı geldi. Silkelendi. Vakit kaybetmeden kapıyı açmalıydı. Sendeleyerek koştu kapıya. Çabucak açtı. Karşısındaki kasklı adama bakmadı hiç. Adamın “iyi günler” sözü bile havada kaldı. Parayı uzatıp siparişini aldı.