“Senin sonun hayra alâmet değil” dedi ihtiyar adam. “Bu kelimesizlik derdini içine gömer de, sol yanından vurur, düşürür seni bir gece” diye ekledi acıyla. Susuyordu. Konuşmak için bir cesaret geldi, sonra birden vazgeçti. Dolu gözlerle baktı yaşlı dervişe. “Dua et!” der gibiydi gözleri. Sessizliğin kendisine az da olsa yakıştığını düşünürdü. Konuşup da ne yapacaktı ki! Derviş olan halden anlardı neticede. Derviş Ziya, onun halinden anlıyordu aslında.
Aksakallı derviş; “Konuşman bizim için değil evlat. Derdini dökmen; yolda, yolunu kaybettiysen, yeni bir yol bulman içindir konuşmak. Sen konuşmasan da biz halin kelamından anlarız” dedi. Sardığı sigarasını yakıp derin bir nefes aldı. “Zaman azalıyor, duaya daha çok vakit ayırmak lazım” dedi her nedense. Anlamadı. Çok da üzerinde durmadı. O ne derse, onun sözünü dinlerdi, dediklerini tutardı. Anlamasa da sonradan kelimelerin hikmetine vâkıf olurdu.
“Zaman” dedi, “biraz daha zaman…” Eline yapıştı dervişin, önce dudaklarına götürdü sonra içinde yanan cehennemi göstermek ister gibi sıktı uzun uzun. İzin alıp dışarı çıktı. Gitmesi gereken yolu vardı. Yapılması gereken duaları vardı. Biraz da tüketilmesi gereken ömrü kalmıştı avucunda.
Derin bir nefes aldı önce. Sonra adımlarını sayarak, hesaplı bir şekilde yürümeye başladı. Böyle yapınca daha zor yürüyordu. Ama olsun, ne önemi vardı ki! Zaten hayat her geçen gün biraz daha zor olmuyor muydu, onun için. Varsın yürürken ayakları birbirine takılsın. Neticede yaşadığı zihin karmaşası kadar kördüğüm olamazdı hiçbir şey.
Belki de her şey daha karışık bir hal alabilirdi! Hele şu dolambaçlı ve dar yol bir bitsin, hele düzlüğe bir çıkayım” dedi derin bir nefes aldıktan sonra. Aklına tren istasyonları düştü. Nedensizce ve beklediği bir yolcu olmaksızın gittiği yerlerdi istasyonlar. Bazen de dolmuş ve otobüs duraklarına takılır kalırdı. Gören olsa birisini bekliyor ya da bir yolcusu var sanırdı.
Beklediği kimse yoktu. Olanlar da gelemeyecek kadar tuhaf bir yerdeydi. Uzaklık ya da yakınlıkla ifade edilebilecek mekânlardan da bahsetmiyordu. Aslına bakarsanız neyden ve kimden bahsettiği hakkında hep bir şehir efsanesi dolanırdı etrafındaki insanların dilinde. Ya kendinde değildi çoğu zaman, ya da hep başkasının gönlünde gezerdi.
Mütemadiyen kıpırdardı dudakları. Dua mı ederdi? Birisine bir şeyler mi söylerdi? Belki evet, belki de hayır. İkisi de olabilirdi. Ya da hiç birisi değildi. Aklıyla gönlü arasında sıkışıp kalan kelimeler, istemsizce dudaklarını harekete geçirmişti belki. Delilik dedikleri aklın betonlaşmasıysa eğer… Deli de diyebilirdiniz ona.
Önemsemedi etrafındaki mırıldanmaları. İstemsizce ve isteksizce yürüdü. Sokak daraldıkça, sağ elini sol yanına götürdü. Daha da daralıyordu sokak. Elini sol yanında gezdirmeye, sanki kalbini ovmaya çalışıyordu. Yol daraldı, sokak daraldı, dünya daraldı hissiyle mi yapıyordu bunu? Belki de öyledir. Sokak gözünün önünde ufaldıkça, iki kaldırım bir birine yaklaştıkça ayrıldığı şeyler mi geliyordu zihnine? Daralan sokakla birlikte uzaklaştığı eski hikâyeler mi düşüyordu gönlüne? O da olabilirdi! Neden olmasındı ki? Konuşmuyordu. Sadece Moğol ordularınca talana uğramış bir şehre benziyordu.
Eline baktı. Bembeyazdı. İyice baktı. Gözlerini birkaç kez açıp kapadı. Sonra tekrar baktı. Ne görmeyi arzu ediyordu? Mihrabına bulaşan kanı elinin ayasında mı arıyordu? Bir talan şehrini andırıyor bu ruh hali dedim ya! Şimdi gözlerini geriye doğru çevirmiş, o dar sokağın tamamına bakıyor ama bütün bir zamanı görmek istermişçesine gözlerini kısıyordu. Yola değil de koca bir zamana, belki de tarihe bakıyordu.
Sokağın köşesinden dönünce her zaman çay içtiği yeri görmek için yavaşça kafasını kaldırır ve çooook uzaklara bakıyormuş gibi gözlerini kısıp bakardı. Sonra sağ eliyle sakalını sıvazlar ve bunu üç defa tekrar ederdi. Sanki kararsızmış da, gidip-gitmeme konusunda bir fikre varmamış gibi yapardı. Sonra da emin adımlarla yürümeye başlardı. Her zamanki masaya yanaşır, küçük bir iskemle alır ve otururdu. O çay söylemezdi. Köşeden göründüğü anda çayı demli ve şekersiz olarak önüne gelirdi.
Eline bir parça kâğıt aldı; eskimiş, solmuş, sararmış, yazıları güç bela okunan cinsten bir kâğıt. Avucunun içine iyice sıkıştırıp, kâğıdı okumaya başladı. Sanki o satırları ezberlemişti de, devamlı mırıldanıyordu. Gözleri dolmaya başlamıştı ki, okumayı kesti ve elini alnına, kendini de çaya vurdu. Acısını bardaktan çıkarmak istiyormuş gibiydi. Elemi boyunu aşmıştı; bu her halinden belliydi aslında ama nedendir bilinmez, bir türlü bu halden çıkamıyordu. Belki de çıkmıyordu. Gönüllü bir azabı mı yaşıyordu yoksa? Anlatmaz ki, bilelim.
Kalktı. Uzun adımlarla yavaşça yürümeye başladı. Yine bir şeyler mırıldanıyordu. Etrafında olan bitenlerle ilgilenmiyordu. İstanbul’du etrafı. Martılar uçuşuyordu boğazın serin suları üzerinde. İnsanlar harıl harıl koşuşturuyorlardı çevresinde. Herkesin bir telaşı, bir hengâmesi vardı. Umarsızca döndü kalbine doğru. Kendi derdi, kendine yetiyordu. Halinden bu tavrı belliydi. Sonra “Bir daha aramayacağım” cümlesini yapıştırdı dudaklarına. Mırıldanmaya başladı aynı cümleyi. Defalarca tekrar etti. Acaba bu cümleyi o mu söylemişti? Yoksa ona mı söylenmişti? Söylemez ki, bilelim!
Geldiği yola yöneldi. Geniş başlayan yol yine daralıyordu adımları çoğaldıkça. Yol daraldıkça, yola sığmaz oldu. Bu şehre, bu ülkeye, bu evrene sığamıyordu. Elini göğsüne götürdü, bir iki ovdu. Sonra yürümeye devam etti.
Gördüğü ilk otobüs durağındaki boş yere ilişti, sağ yanındaki dertleriyle. Öyle beklemeye başladı. Önünden ardından arabalar akıyordu. Gelmeyecek olanı bekliyordu yine. Belki de kimseyi beklemiyordu da, beklemenin kendisini bekliyordu. Kim bilir!
Eve döndü. Abdest alıp yatağına sokuldu sessizce. Koca bir günü tek kelam etmeden bitirmişti. İçinden konuşmak gelmiyordu. Hem konuşsa ne diyecekti ki? Anca kelime israfı yapmış olacaktı. Duaya durdu, uzun uzun. Belli belirsiz isimler sıraladı duanın ardına. Eklemeyi unuttuğu isimler var mıydı? Ya da kimlerin isimlerini sıralıyordu böyle hızlı hızlı?
Sol yanına daha kuvvetli bir ağrı çöktü sonra. Bir iki öksürdü. Yüzü kızarmıştı. Yerinden kalkmaya çalıştı. Biraz doğrulmuştu ki, sendeledi ve sol yanına doğru düştü. Gözleri kapandı, elleri ve ayakları titremeye başladı. Bir iki dakika sürdü sürmedi bu hal. Sonra hareketsiz kaldı öylece. Gözleri yarı açık kıbleye doğru bakıyordu. Son anda ne gördüyse, dudaklarında biraz acıya çalan küçük bir tebessüm kalmıştı.
Suluboya çalışması: Bümyamin K.