Hayat git gide sözsüzleşiyordu

Martın son günleriydi. Hava serin fakat güneşliydi. Ebru her zamanki mide krampıyla yatağında doğruldu. Dağınık saçlarını geriye doğru attı. Bileklerinin iç kısmını gözlerine dayadı. Bir süre böyle kaldı. Neden sonra saate baktı. Yediyi yeni geçmişti. Eşinin gece vardiyasından eve dönmesine daha iki saat vardı. Kalktı bordo perdeyi ağır ağır açtı. Oda bu ağırlıkla tezat hızla aydınlandı. Ebru’nun durduğu yerde kemikleri ısındı. Ağlamaya başladı. Yan odada uyuyan oğlunu uyandırmamak için ağzını kapatıyordu. Sesi içine aktı. Nefesi kesildi. Kalbi çok hızlı atmaya başladı.

Ertesi sabah eşinin vardiyasında değişiklik olmuştu. Uykulu uyandı. Gözü telaşlı yatakta Ebru’yu aradı. Hızla mutfağa gitti. Derin bir nefes aldı. Ebru kahvaltı hazırlıyordu. ‘’Gerek yok canım, zaten geç kalmışım, neden uyandırmadın?” ses uzaklaştı. Ebru mutfakta yalnız kaldı. Kapı kapandı. Ebru sessiz eşini sevdi, özledi. Eşinin gitmesinden az sonra oğlu uyandı mutfağa girdi. Pijaması ayaklarına dolanıyordu. Gözlerini ovuştururken Ebru’nun kalbi yükten farksız bir merhametle doldu. Gülümseyerek oğlunu kucağına aldı. Kıvırcık saçlarını okşadı. Sevdi sevdi… Nihayet onu sandalyeye oturtup ocağa yöneldi. Cezvedeki sütün sıcaklığını serçe parmağıyla kontrol etti. Tam istediği gibiydi. Biraz pekmez ilave edip sütü koydu. Oğlu “Babam nerede anne ?” dedi hevesle. Ebru eliyle ağzını kapattı, ağlıyordu. Oğlu duyuyordu. İkisi de korkuyordu. Ebru’nun kalbi hızlı atmaya başladı. 

Günler geçiyordu. Ebru için yaşamak git gide sözsüzleşiyordu. Değişiklik yoktu. Sadece Ebru bu dokunaklı şarkının ritmine ayak uydurur olmuştu. Her gece sabah uyandığında ağlamaktan, her sabah gece uyuyamamaktan korkmuyordu. Ağlarken kalbi hızlı atmamaya başlamıştı. Mütemadiyen ağlıyordu.  

Aylar geçti. Ekim gelmişti. Hava serin fakat güneşliydi. Vakit ikindiydi. Ebru oğlunu beşiğine yatırdı. Çayını eline aldı, balkona çıktı. Sağ tarafta yol boyu uzayıp giden kavaklara baktı. Ağaçların bakışlarını üzerinde hissediyordu. Fakat bu kez kaçmadı. İtiraf etti her şeyi. Kalbi aheste atıyordu. 

Hızlıca karar verdi. Üzerine ince bir hırka aldı. Sessizce oğlunu kucakladı. Cebine iki tane lolipop attı. Karşı komşusu Fatma Teyze’nin kapısını çaldı. Fatma teyze şaşkınlığını tebessümle gizlemeye çalışarak kapıyı açtı.

– Buyur kuzum

– Fatma teyze Toprak biraz seninle kalsa olur mu?

Fatma teyze sanki dünyayı kucakladı. Hiç torun sahibi olamamış bu nur yüzlü ihtiyar bırakın dünyayı belki de evrenin en mesudu olmuştu. Şaşkın ve mutlu,

– Elbette yavrum, ne işin varsa gör gel. Ben sultan gibi bakarım ona, dedi.

Hepi topu iki saat diye düşündü Ebru. Düşünebiliyordu. Şaşırdı. Teşekkür etti, merdivenlerden hızlıca indi. Apartmanın kapısının önünde iki küçük kız evcilik oynuyordu. Ebru onların başını okşadı, önlerine lolipopları koydu. Küçük kızlar çok sevindi. Fatma teyze gibi şaşkın da değillerdi. Ebru bunu fark etti. Sessizce ağlamaya başladı. Kalbi yerini buluyordu. Uzun kavaklı yolu hızlı adımlarla aştı. Nihayet mezarlığa ulaşmıştı. Ağlaya ağlaya annesinin ve yeğeninin mezarları başına gitti. Ağlaması şiddetlenmişti. Ağladı, ağladı… Gözünün önünde tek bir resim. Yanan ev, çırpınan annesi, her şeyden habersiz minik yeğeni. İçinde derin bir suçluluk, pişmalık. Ve tüm duyguları aşıp gelen bir dinginlik nihayet.

Hava serindi. Rüzgâr hazana denk esiyor, kavaklar yapraklarını bir bir döküyor, tüm ölüler bu ana şahit oluyordu. Ebru son ve en büyük pişmalığından bir yol buldu da bütün pişmanlıklarına uzandı. Dakikalarca ağladı. Akşam ezanı okunuyordu. Ebru nihayet aradığını buldu.

Ağızlarında elma tadı iki küçük kız, Toprak’ın kokusu içinde Fatma teyze mutlulardı. Artık Ebru’yu çok seveceklerdi…

Ayşe Sever

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir