Mehmet Erikli’nin yolu kaygıhaneye düştü…
***
Kaygılarımı dağıtmak üzere şöyle sakız gibi uzayan üç liralık bir dondurma aldım. Hiçbir şeyim kalmadı dondurma bitince. Turp beni görse turpluğunu sorgular yani. O kadar. Fakat mahallede kısacık şortlarıya top koşturan çocukların benden daha çevik ve turp gibi turp olduklarını görünce ben de turptan daha turp oluşumu sorguladım. Tekrar kaygılandım. Kaygılarımı dağıtmak için kayıkhaneye vardım. Onun ilacını burada bulamazsın dedi balıkçılar. Hem de hep bir ağızdan söylediler bunu. Kaygıhaneye gitmem gerektiğini ve bu dertten mustarip insanları görmemi salık verdi, elinde tuttuğu yamru yumru olmuş tepsiyle çekirdek satan çocuk. Ona, sen niye mahallede top koşturmuyorsun diye sorduğumda bana evine bakan babalardan daha baba bir cevap yapıştırmasın mı? Ne dedi biliyor musunuz? Ben dedi kendimi geçtim artık anama bakıyorum. Gel dedim ona, kaygılanma. Sana bir dondurma ısmarlayayım. Kaygılarını cımbızın kılı çektiği gibi alır ayırır. Yok dedi çocuk. Daha çok çekirdek satmam lazım. Neyse çok ısrar etmedim. Şöyle bir ceplerimi yokladım. Ceplerim beni “yok” ladı. Cebimden bir ses: “Bizi burada parasız pulsuz, çulsuz bıraktın, bak nefesimiz kokuyor yoklanmaktan.” Hay dedim Allah iyiliğinizi versin. Neyse çocukcağıza bir beş lira uzatıp, bana şuradan çekirdek ver bakayım dedim. Aldım çekirdeği, çitleye çitleye yürüdüm. Tuhaf… Kaygılarım dağılmaya başladı. Hatta dondurmadan daha tesirliydi. Çitle çitle bitmez. Rahatladım fakat bir türlü bitmeyen çekirdek beni durduk yere strese soktu mu! Al başına belayı sonra götür diktir terziye. Şöyle genişçe yaptır ki seneye de giyersin. Öyle ya insanın kafasından daha hızlı büyüyen ne var ki şu hayatta?
***
Bir başka gün dostlarla oturduk konuşuyoruz. Şehrin en işlek caddelerinden birinde yan gelmiş yatıyoruz. Güneş nasıl vuruyor yüzümüze. Avanak avanak kızarıyoruz kaz gibi. Kazanın dibi gibi olmaya daha ne kadar vakit var diye sordum böyle olunca. “Ne kazanı?” dedi Davut. Kazan dedim hani şu kalaysız olanından. Birazdan kalkarız dedi ve anlatmaya başladı: “Vakti zamanında Kazakistan’da ya da Kazablanka’da da olabilir. Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum. Adamın biri çıkıp geldi, dikildi karşıma…” Zaten hep öyle olur diye lafa karıştı Sulhi. Davut, hazır cevap tabiî. Yapıştırdı lafı: “Biz burada ip üstünde at oynatıyoz. Senin yaptığına bak.” Hı! Ya o başka bir meseleye ait bir sözdü sanki diye söylenenler de oldu. Konumuzla ne alakası var diyen de çıktı. Davut, laf laftır kardeşim dedi meseleyi kesti bağladı. Sulhi, Mehmet Raşit’in kulağına doğru yanaşıp bir şeyler fısıldadı fakat bunu duyamadığım için ayrıntıya giremiyorum. Sulhi, sahi ne konuştu? Aydoğan onun ciğerini bilir. Ben bilmem ama o bilir. O anlamıştır. Şimdi Mehmet Raşit’e anlat, Sulhi sana ne fısıldadı desek kitap yazar. Elinde de bir not defteri. Yazıyor babam yazıyor, yazıyor da yazıyor; yazıyooorr, yazıyooorr, küçük hanımın kimler tarafından kaçırıldığı yazıyor, hökümet iki yüz yıllık kalkınma planını açıkladı; yazıyor, yazııııyoooorrr… Aman Allah’ım! Müthiş bir notçudur Mehmet Raşit. Herkesi ve her şeyi notlar. Enis Batur’a ders verir ders. Hiç abartmıyorum. Neyse akşam oldu sonra. Evlere dağıldık. Aynı evde kalanlar odalarına dağıldı, derken yataklara bölündük ve uykularımızı bütün rüyaları dağıtması için saat beş’e ayarladık.
***
Beşinci gün. Hangi günün beşincisi diyeceksiniz. Sayı saymayı ilkokul sıralarındayken bırakıp kelimelere kafa yorduğumdan birden ona kadar bile sayamıyorum. Fakat geometriyi çok iyi biliyorum. Sokratiz’in öğrencisi olmak için çalıştım didindim, yemedim, içmedim, giymedim, giydirdim ve öğrendim. Ha bir de mantık. Bu kadar. Matematikçiler şimdi oradan çıkıp “Ulan ona kadar sayamıyorum diyorsun sonra çıkıp karşımıza geometriyi yuttum diyorsun.” Diyorlar ki bak taa oralardan kulağıma geliyor sesleri. Ben klasik mantıkçıyım abi. Matematik de ondan mülhem. Benim tezim de bu. Bu kadar tez yazabildim. Bir cümle. Felsefe kabı, dağdan taştan, düz ovadan taşmış iken felsefe yapabilmenin imkânını sorguladım. Yazdım bunu, sonra çizdim. Çizerken de Abdullah Karaca’dan yardım aldım. Daha estetik dursun diye Şeyhmus Tunç, “Dur abi ben de sana bir omuz atayım.” dedi. Hallettik meseleyi. Beşinci günün sonunda akşamın hiç olmadığını varsaydım. Yatağa gitmedim yatmak için. Salonun orta yerine geçtim. Ortada bir yatak olduğunu varsayıp uzandım ve hiç de uyumadan iyi rüyalar görülebileceğini o akşam olmayan akşamda anlamış oldum.
***
İspinozları çok severim. Evden çıkıp İspinozu kafesleyen adamların mekânına vardım. İçimden şu kaafesleri kırıp her birini uçurmak geçti. İçimden uçtu İspinozlar… Ağır ve aksak neşeleri… Kafeslerde hep bir telkine dayalı ötüşleri, sahiden ötecekleri ağaçların sunduğu serinliklerde ölebilseler keşke… Naylondan insan neşesi, naylondan! İspinozları kafesleyen insan neşesi daha da naylondan! Hepimizin başında dönüyor ağıtı cırcırların. İspinozlara acıyor içleri. Bunu da biliyorum. O yüzden sıcağın gövdesini genişleten sesler doğuruyorlar. Aslında biraz daha çalışıp yeni şiirlerime katabilirdim bu dağınık mısraları. Bunlar da mısra mı ya, git işine. Ya da şiir sandıklarıma atardım… Benim şiir sandıklarım var, bir de şiir sandıklarım. İçlerinde sonumun neye yakın düşeceği yazıyor. Fakat ben bunu bilmiyorum. Ne olur bildir Allah’ım.
2 Yorum