
Bak kızım…
Ak yazması, ucunda ince işlemeleri ile hâlâ üzerinde. Hâlâ aynı tahta tespih parmaklarının arasında. Duvarda asılı Kur’an-ı Kerim, eline ilk aldığında nasıl da sık sayfaları vardı, şimdiyse -şükür ki- daim okunmaktan birbirinden ayrılmış ve gittikçe kabarmış sayfalar. Asılı olduğu işlemeli bez kılıf eskisi gibi rahat sarmıyor. Hafiften dikişleri ayrılmış. Seccadesi kıblesinde hazır ve gözleri… Gözleri hâlâ aynı maviliği ile bakıyor etrafına. Alnından başlayıp çenesinin altına kadar inen tüm kırışıklıkları, mavi gözlerini işaret ediyor. İlk bakışta gördüğünüz tüm kırışıklıkları takip edip de mavi gözlerine ulaşınca kırışıklıklar kayboluyor. Mavi gözlerinde gençliğinin güzelliği saklı. Habibe. Göçmen kızı. Göçmen eşi. Göçmen annesi. Yıllar evvel doğduğu Pravadi, ne kadar uzaktadır, ne kadar değişmiştir? Ama onun gözlerinin içindeki Pravadi bıraktığı haliyledir. O haliyle güzeldir. Şimdi görse tüm büyüsü bozulur Pravadi’nin. Çünkü doğduğu yeri ardında bırakıp çıktığı yolculukla zihnindeki Pravadi’ye hangi özlemleri ekledi, hangi arzuları kattı, kim bilir? Hacca gitmenin hayalinden sonra geride bıraktıkları topraklarını son bir kez olsun görmek ister dururdu. Pravadi ne kadar uzaktadır, hâlâ bilmiyor Habibe. Ama koltuğuna gömüldükçe daha da uzaklaşıyor. Çünkü oturma odasından bakıldığında salon dahi ne kadar uzak görünüyor gözüne.
…ben…
Son beş yıldır borç olarak alıyor nefeslerini. Beş sene önce son rahat nefesini almış ve bu vakitten sonra alınan her nefes yarım kalmış. Uzun süredir ağzı açık bu yüzden. Ne zaman doktora gitseler akciğerleri ile ilgili anlamadıkları sözler ediyor doktor. Muayene aynı, ilaçlar aynı, tedavi aynı, Habibe aynı. Habibe’nin aldığı nefesler sayılı artık. Herkes biliyor bunu. Sayılı nefes zor alınıyor, çabuk veriliyor. Boğazının içinde duvarlar varmış, ciğerlerinin odacıkları ağzına kadar doluymuş da nefese yer yokmuş gibi bin bir müsaade ile girmeye çalışıyor oksijen. İzin verilmiyor. Daha çok nefes alabilmek için geriye attığı başı, boş dönüyor. Alınan nefes kırıntısı bir anda çıkıp gidiyor bedeninden. Sık sık düştüğü bu durum yüzünden bazen dizlerini sıkıyor, bazen de elinde her zaman çevirdiği tespihinde yakaladığı bir boncuğu. Tırnağı ile bastırıyor üzerine. Parmaklarındaki nasırlar boncuk şeklini alıyor. Boncukların üzerinde çizikler, tırnak şeklinde. Nefes alamayacağını biliyor Habibe. Ama her sabah güneş doğuyor. Bir umut işte. On dakika önce başını geriye atıp boş döndüğü nefes alma denemesini her seferinde ilkmiş gibi yeniliyor. Ciğerleri her seferinde hastalığa yeniliyor. On dakika sonra aynı davranışı yineliyor Habibe… Ardından yeniliyor… Yeniliyor.
…ölünce…
Habibe bakıyor ki olacak gibi değil. Her zaman yaptığı gibi, iki namaz arasında oturduğu, seccadesi ile aynı yöne dönük koltuğunda, -aslında namaz çıkışında da namazında niyazında- mavi gözlerini tespihine çeviriyor ve imamesini arıyor her şeye baştan başlamak için. İmameyi bulduğunda dayanamıyor yine derin bir nefes almaya çalışıyor. Yok, böyle olmayacak! Allah’ım, diyor, Allah’ım… rahatlat kulunu… Annesinin duasını duyan kızı, şifa bulması için bir “âmin” ekliyor. Çok sabrediyor Habibe. Sabır taşı oluyor. Taşların arkasına rüzgâr geçmiyor. Habibe dayanamıyor taşın ağırlığına ne yapsın Allah’ın aciz bir kulu işte. Günde birkaç defa bu duayı ediyor. Kesik kesik. Allah’ım, diyor. Allah’ım… rahatlat… kulunu.
…cenazemin…
Ben ruhumu parça parça teslim ettim, demişti yıllar evvel. Uzun süre susmanın içine damla damla aktığı, akıp da taşmaya başladığı bir gün. Sanırım bayramdı. Veya bayram sonrası. Misafirleri toplanmıştı evine. Çekilen çileler saklanır, anlatılmaz. Konuşmak çağırmaktır, gelir aynı acı oturur insanın içine. Ağzına kadar dolup da ilk damla sızım sızım aktığında yüreğinin üzerinden. Bir iç çekti. İçinin hepsi döküldü dilinden. Birazını Pravadi’de bıraktım. Kapısını kilitlemediğimiz ve hatta açık bıraktığımız evlerimizin kapılarını kilitlemek zorunda kaldığımızda. Etraf köylerden kasabalardan zulüm haberlerini aldığımızda. Öyledir, öyle olmalıdır. Bir Müslümanın parmağı kesilse tüm Müslümanlar duymalıdır acısını. Biz zulmün ulaştığı kardeşimizin acısını duymaya başladığımızda parça parça oldu ruhumuz. Uykularımız kaçtı. Kapıya asılan kilitlerin sayısı arttığında dualarımızda artmıştı. Zulme kilit dayanmadı. Toplanıp ayrıldık evimizden. Çok ağladık, başımıza gelenlere, yapılanlara. Babanız, gidelim, demişti. Gidelim, yoksa dinimizi alacaklar elimizden. Mal mülk, gözünüzde olmuyor. Aldığımız üst baş. Koynumda Kur’an-ı Kerim. Elimdeki tespih. Bu kadar. Bunları anlatırken aynı tahta tespih elindeydi. Yeşil ipin üzerine dizilmiş kahverengi tahta boncuklar. Elinde çevrilmekten yıpranmış. Bazı boncuklar diğerlerine göre daha çok hasar almış. Sanki o boncukta durulmuş, o boncuğa dayanılmış, sığınılmış, sığılmış. O boncukta uzun uzun dua edilmiş, yalvarılmış. Tespih bir asa olmuş, gemi olmuş Habibe’ye.
…başında…
Şimdi aynı tespihin üzerinde geziniyor mavi gözleri. Elleri titrek hareketlerle eşlik ediyor gözlerine. Pravadi’den çıktıklarında, yolculuk esnasında defalarca dönen tespih, bir yerde durmuştu. Habibe’nin sessiz sessiz ağlamalarına şahit olmuştu. Sessizliği sağlayabilmek için tespihini sıkmıştı Habibe. Tırnağı bu boncuğa geçmişti o gün. İzin derinliği acının derinliği ile aynıydı. Aynı boncuğun üzerine koydu parmağını. Tırnağını geçirdi izin üzerine. Öylece durdu bir süre. Hırıltılı nefesleri dolanıyordu tespihin etrafında. Ciğerlerindeki dikenli dallar her nefeste birbirine sürtünüyordu.
…kimseyi…
Parça parça dedi ya Habibe. O gün misafirlerinden hiçbirinin aklına, diğer parçayı sormak gelmedi. Sorsalardı anlatmazdı da. Diğer parçayı bilmek sadece Habibe’ye ve tesbihe kaldı. Kocası Harun gece gündüz çalışarak yeniden bir yuva inşâ etmeye uğraşıp didinmişti yıllarca. Didindikçe rahata ermeye başlamışlardı. Düze çıkıyoruz Habibe, Allah’a şükür, biraz daha gayret edelim, diyerek bir akşam yorgun argın, her yanı ağrıyarak uyumuş, sabaha ağrısız sızısız ahirete açmıştı gözlerini. Türkiye’ye girerken öptükleri toprağa defnettiler kocasını. Habibe’ye kızı, evi ve alınacak nefesleri kaldı. Bir yerden ayrılmak zordur tabiî ki, Habibe’nin ne kadar zorlandığını tesbihindeki boncuğun üzerinde yıllanan derin çizikten anlıyoruz. Bir yârdan ayrılmak ne kadar zordur bilemeyiz ama sadece şunu söyleyebiliriz: Habibe’nin tahta tespihinde üzerinde çizik olmayan hiçbir boncuk yoktu.
…ağlatmayın!
Kaç defa duymuştu kızı bu cümleyi. Kaç defa “âmin” diyerek tasdiklemişti Annesini. Daha kaç defa duyacaktı? Hırıltılı nefeslerini, duasını, kaç defa seyredecekti? Ellerini dizlerinin üzerinde yumruk yapıp, başını geriye doğru atarak derin bir nefes alabilmek için uğraşmasını… Çaresizlik bileti çoktan kesilmiş ve bitmeyen bir filmin içinde seyirci olmaya mahkûm edilmiş kızı, annesi ile aynı azabı çekiyordu yıllardır. Edilen duaya “âmin” diyerek katıldıkça, şifa bekleyen kızının gözlerine bakıyordu Habibe. Ettiği dua ile, kızının “âmin” sözü çarpışıyordu odanın içinde. İki söz de yükselemeden çözülüyor, kaybolup gidiyordu. Niyetleri farklı iki sözdü dudaklardan dökülen. Habibe, dünyadaki hayatının son evresinde rahatlamayı diğer dünyaya gitmek olarak düşünüyor ve cümlesini o niyetle kuruyorken, kızı annesini bu dünyada tutmak için şifa bulmasını umuyor ve duasına “âmin” diyordu. Bir ara kızı mutfağa gittiğinde derin bir nefes almaya çalıştı. Yumruğunu sıktığı sırada tespihin ipi gerildi. İp koptu. Tüm çizik boncuklar etrafa dağıldı. Habibe Allah’ım, dedi. Allah’ım… rahatlat kulunu… Derin bir nefes aldı Habibe. Yavaş yavaş, tatlı tatlı verdi aldığı derin nefesini. Yumruğu açıldı, mavi gözleri kapandı. Başı arkaya düştü. Şimdi, yüzündeki tüm çizgiler belli oluyor işte.
Habibe, Göçmen kızı. Göçmen eşi. Göçmen Annesi.
Doğduğu Pravadi, ne kadar uzaktadır şimdi?
Ömer Can Coşkun
1 Yorum