H. G. Wells’in de dediği gibi

Uyanır uyanmaz elim doğruca telefonuma gider. Tebessümle şifresiz kilit ekranını kaydırır, bir süre duvar kâğıdımın güzelliğini seyre dalarım. Ardından yastığımı ikiye katlar, sinsi bir ağrının boynumdan yukarı çıkmasını engelleyecek pozisyonu ararım. Uygun rahatlığı yakaladığımda tebessümüm sırıtmaya dönüşürken, içimde, uzun süredir hayatımın parçası olan sabah rutinime hazır hale gelmenin heyecanı büyür. Sonra usulca bildirim perdesini aşağı indirirken, sabah eğlencemin derin huzuru içinde bir iç geçirip, vücudumun ayılması için vahşi hayvanlar gibi gerinirim.

Bugün gözlerim günün şanslı bildirimini aramaya koyulmadan evvel, birden duvardaki Canım Hoca Mehmet Paşa’nın çektiride*, esrarengiz işaretlerle dolu tablosuna takıldı. Bu tabloyu tarihçi bir dostumun evinde görmüştüm. Canım Hoca Mehmet Paşa’nın eliyle ufku işaret ettiği, yüzünde şefkatle karışık bir heyecanın okunduğu tablosu… Gördüğüm gibi duvardan indirmem bir olmuştu. Güzellik karşısında cezbeye tutulmam beni mazur kılar mı bilmem ama dur, hop, hey, ne yapıyorsun gibi sorulara aldırmadan, tabloyu sahiplenmiştim. Karşı gelmenin beyhude olduğunu bildiği halde her seferinde aynı sorunu yaşıyor olmamız çok üzerdi beni… Sonra hayli kırıcı olan bu durum karşısında yüzümün düştüğünü görür, çaresiz kabullenirdi. Üzüntüm hemen kaybolurdu. Hiç unutmam, bir gün ondan dünya haritaları üzerine bir yazı yazmasını istemişlerdi. Dünya haritaları kurmacaymış, aslı astarı yokmuş, bir bak bakalım demişler. Bizimki de, çeşitli dünya haritalarını, makaleleri, bildirileri, kitapları, söyleşileri ve konuyla ilgili ne kadar video varsa bir araya getirmişti. Hatta yetinmeyip, İngilizce bilen arkadaşını aramış, ondan İngilizce kaynaklara göz atmasını bile istemişti. Böyle durumlarda İngilizce bilmediği için ah vah etse de, yapacağını yapmaktan geri duran biri değildi. Öyle de olmuştu. Arkadaşı ihtiyacı olan metinleri bulmuş, çevirmiş, göndermişti. Vakit kaybetmeden elde ettiği bulguları tek tek masaya yatırıp üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ancak foyalarını meydana çıkaracağım hırsıyla giriştiği çalışması, okurlar tarafından eksik görülmüştü. Şimdilerde ikinci yazı üzerinde çalışsa da pek ümitli olduğum söylenemez. Lâkin demek isteğim başka… Bu sürecin bende çok hoş bir hatırası kalmıştı. O dönem rutin ziyaretlerimin birinde, sakin sakin kahvemi yudumlarken, masanın altında üzeri örtülü bir şey dikkatimi çekmiş, elim ayağım karıncalanmaya başlamıştı. Meraktan içim gıdıklanmış, karnımda kelebekler uçuşmuştu. Tarihçi dostum fark ettiğimi anlayınca sinsice önüne geçmiş, perdelemeye çalışmıştı. O an anladım heyecanımın yersiz olmadığını… Korktuğu şeyin başına gelmesini engellemeye çalışıyordu çünkü. Fakat ne çare… Du bakalım burada ne varmış diye masanın altına hücum ettiğimde, elime yuvarlak bir cisim gelmişti. Onu aydınlığa kavuşturduğumda, bir de ne göreyim! Neredeyse asırlık bir dünya haritası… Sahafta, üzerinde çalıştığı yazı ile ilgili materyalleri kurcalarken görmüş, sahafın ihtiyar babası, üzeri tozlu, unutulmuş bu ahşap haritanın kıymetini bilmediğinden bizimkine hediye edivermiş. İhtiyar bilmese de ben ilk bakışta anladım onun antika olduğunu… Iskalamam! Yılların tecrübesi konuşuyor. Kucağıma aldığım gibi bir an da gözümün önüne, dostlarımdan aldığım kıymetli hediyeleri dizdiğim vitrin geldi. Orta rafta, tam orta yerde o kadar güzel gözüküyordu ki, görmeliydiniz. Yapma, etme demeye bırakmadan hemencecik sarıldım dostuma… Geleceğimi bile bile tedbir almadığı için kendine küfürler savurduğunu hissediyordum. George Wells’in de dediği gibi işte, bir olayı olanca canlılığıyla anımsıyorsam o olayın meydana geldiği ana geri giderim. Hiçbir şey düşünmeden, sadece tabloya odaklanınca, elimde olmadan anılarımdan bahsetme gereği duydum. Muhtemelen son kaptan-ı derya olduğu dönemi temsilen yapılan bir tablo. Üç, dört kez azledilip yeniden göreve getirilmiş, kendisinin ayırt edici özelliği budur. İşinin ehli bir denizci olsa gerek, vazgeçmemişler. Yalnız, her seferinde işaret ettiği yere dikkatlice baksam da, bir türlü sebebi hikmetini anlamıyorum. Neden ufka işaret ediyor? Parmaklarım ekrana rastgele yumuşak dokunuşlar bırakırken, başım “Du bakalım buluruz elbet” manasında bir sandalın ağır çekimde kaykılması gibi gidip geldi. Gözlerimi tablodan telefonuma çevirdim. Uyumadan önce sanal dünyaya bıraktığım paylaşımların, etkileşimlerin geri dönüşlerini aklı başında bir postacı hassasiyetiyle, özenle taramaya başladım. Bu rutin günümün psikolojik olarak alacağı şekli de belirlediği için pek dikkatli hareket ettim. Eğer içimi ısıtacak bir bildirimle karşılaşmazsam tadım kaçacaktı. İcadı göz ardı edilen mucit gibi gerginleşecektim. Onlarca mesaj, cevapsız çağrı ve sosyal medya bildirimlerinin arasında dikkat çeken bir şey var mı diye bildirimleri hızlıca elerken, ilk olarak maymun iştahlı, haftada seksen beş kitap kurcalayan bir arkadaşımın sitem dolu mesajını gördüm. “Öve öve bitiremediğin bu kitap tam bir işkenceydi. Tahammülüm on sekizinci sayfada tükendi. Akşam kitabını vermek için yanına geleceğim. Bye.” Kitaplarla bu kadar haşır neşir olmasına rağmen, kitaptan anlamayışına içerleyecek değildim tabii ki. Ona bu yüzden yabani diyordum zaten. Bildirimi açmak içimden gelmedi, eledim. Sosyal medya hesaplarımdan gelen bildirimleri uyumadan önce incelemeyi sevdiğim için onları da eledim. Haber ajansından gelen bildirimleri de… Mesajlardan devam ettim. Bir delikanlı yazmış. Edebiyatla arasındaki güçlü bağ, benim de enerjimi yükseltiyor. Onunla muhabbet etmek, kitaplarla olan bağına kulak kesilmek iyi geliyor. Düşüncelerimin mengenesinden biraz da olsa kurtulabiliyorum böylece. Şöyle diyordu mesajında: “Nahide abladan aldığım romanı bitirdim ağabey. Bazı yerler çok ilginç geldi. Müsait olduğunda üzerine konuşmak istiyorum. Hızımı alamadım, diğer romanlarını getirmesi için haber yolladım. Onun hakkında ne düşündüğünü bilmiyorum ama ben Orhan Pamuk romanını çok sevdim. Haber verirsin. İyi geceler ağabey.” Ah be çocuğum. Sevecek başka yazar mı yoktu? Adam yaşlanmış, kaç roman daha yazabilir ki, hem hepsini okuyup bitirdikten sonra ne yapacaksın? Onda yakaladığın ritmi hangi romanda hangi yazarda bulacaksın? Bu hüzne katlanabilecek misin? Ne desem havada kalacak biliyorum. Edebiyat sayfaları yerine, magazin sayfalarında “Orhan Pamuk’un yeni romanı çıktı” haberlerini kovalamaya başladığın da anlayacaksın beni. Harman kalmanın bir çeşididir onun romanları çünkü. İnsanı olur olmadık hayallerin kıyısında yıllarca “O gemi bir gün gelecek!” düşüyle oyalar durur. Ona bundan bahsetmeli, genç ve gelecek vadeden bir romancı bulmasını söylemeliyim -ki her an yeni bir romanı çıkar ümidi ve heyecanıyla günleri şenlensin- Bir de bana ne düşündüğümü sormuş. Ne düşüneceğim kuzum, hüzünlüyüm. Şöyle her biri beş bin sayfa on ciltlik bir roman yazmasını hayal ediyorum. Ya yazmazsa diye de endişeliyim. Onunla içimden yaptığım bu konuşmayı yüz yüze yapmak için telefonu daha fazla kurcalama gereği duymadan yataktan çıktım. Uzunca bir gerinmeden sonra hediyelik vitrinimin yanına giderek dünya haritasını okşadım. Bir yandan da ufka işaret eden Canım Hoca Mehmet Paşa’ya bakarak, başımı “Ne demek istiyor acaba?” şeklinde sallayarak bir de cevap verdim: “Du bakalım… Buluruz elbet.” 

İbrahim Orhun Kaplan



* Çektiri, çekdiri veya çektirme, hem kürekli hem yelkenli tarihî bir gemi sınıfı.

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • hukukokuyor , 20/11/2022

    Bu olgunlukta bir yazarın yaşı kaçtır merak ediyorum acaba biz küçükler kaç yaşından itibaren böyle güzel cümleler kurabileceğiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir