Güneş Lekesi ve Değişmeyen

Sular duruldu. Rüzgâr dindi. Yangın söndü.

Avluda tek başına oturuyor. Önündeki masanın ve etrafındaki plastik sandalyelerin güneşten lekelenen yerlerine bakıyor. Kollarını göğsünün üzerinden birbirine doluyor, çiçek olmuyor. Artık kendisinden çiçek olmayacağını düşünüyor. Böyle düşünmek için çok sebebi var. Düşün düşün eskidi bütün sebepler, bahsetmek istemiyor. Eskiden herkesin bir çiçek olduğunu düşünürdü, bazılarının dikenlerinin fazla olduğunu sadece, bazılarının taç yapraklarını çabuk döktüğünü, bazılarının renklerinin herkese hitap etmediğini. Artık böyle şeyleri epey romantik buluyor.

Masanın üzerindeki soğuk çaya bakıyor. Bir yudum aldıktan sonra yüzünü buruşturarak bardağı yerine bırakıyor. Bir süredir kendini böyle cezalandırıyor. Soğumuş çaylar içerek. İnsanın kendisini cezalandırmak için çeşitli yöntemleri olabilir, onun da vardı. Odalarda yalnız kalırdı, kalabalıklara karışırdı, sevmediği yemekler yerdi, sevdiği yemekleri kusana kadar yerdi, aç kalırdı, çok konuşurdu, çok susardı, günlerce uyumazdı, günlerce uyurdu, kötü giyinirdi… Şimdilerde kendini cezalandırmak için bile çok az çaba sarf ediyor.

Kollarını birbirine dolamıyor, dirseklerini masanın üzerine koyup ellerini çenesinin altında kenetliyor. Gözlerini, görmekten uzağa dikip saatler boyu susuyor. Daha bu sabah dünyanın kocaman bir ev olduğunu düşünmüştü, herkesin bir odası olduğunu bu evde. Sevdiği herkesin başka odalarda yaşamakta olduğunu, hangi odaya gitse diğer odayı ve oradakileri özlediğini. Bunu çok seneler evvel de düşünmüştü aslında, o zamanlar gözlükleri pembe çerçeveliydi, ne güzel, demişti, başka odalarda da olsak aynı evdeyiz hepimiz. Ama bu sabah tam olarak böyle düşünmedi. Kendini kocaman evin hiçbir odasına dâhil edemediğini fark etti ve hiç böyle bir derdinin olmadığını, o an için en sevdiği kişiyi seçip onun odasında bulunmaktan öteye geçemediğini, koridorda kalakaldığını… Bir çizgi film karakteri olsaydı kafasında şimşekler çakabilirdi bu farkındalıkla ama insandı, sadece durdu. Hep böyle miydi? Hep böyleydi. El kadar çocukken bile hangi arkadaşının yanına gitse onun suretine bürünür, yanındaki ne istese o da aynısını istiyormuş gibi davranırdı. Sevmediği yemekleri sırf yanındaki seviyor diye iştahla yer, aynı sebeple hoşlanmadığı oyunlar oynar, aslında tercih etmeyeceği yollardan yürürdü. Günün sonunda eve gelip odasında yalnız kaldığında kim olduğunu bilememek binlerce minik fare olur saç diplerini kemirirdi. Kronik baş ağrıları ve “ne derdin var ki başın ağrıyacak” söylemleri daha o yaşlarda başlamıştı.

Kendisi olabilmek için aile evinden ayrılması gerektiğini düşündü çok uzun bir süre. Öyle umut etti belki. Uzakta olursa kolundan, bacağından, yakasından, paçasından çekiştirip duran ailesi, akrabaları, arkadaşları nihayet dururlar, kendi hayatını yaşamasına, etrafındakilerden arınmasına müsaade ederler sandı. Babasının sevgisini kazanabilmek için çayı şekersiz içmekten, dedesi istediği için saatlerce satranç oynamaktan, halasının hoşuna gidiyor diye kalabalığa giren hindi taklidi yapmaktan yoruldu. Geçmişini bilmeyen insanların arasına karışırsa kimliğini ortaya koyabileceğini sandı. Gidebileceği en uzak şehirlerden birini tercih etti üniversite için. Birbirinden farklı birçok arkadaş ortamına dâhil oldu, onlar gibi davranmadan da onlarla zaman geçirebileceğini görmek istedi. Olmadı. Bukalemun gibi renk değiştirip durmaya devam etti, kimseye “hayır” diyemedi. Giderler sandı, yalnızlıktan ödü koptu.

Sevda’yı görene kadar böyle sürdü. Onu görür görmez anladı ona benzeyemeyeceğini, hiç yeltenmedi. Ona baktı durdu. Sonra Sevda bakışını gördü. Sonra…

Bir odaya sahip ya da ait olamama hissi, hangisi daha doğru karar veremiyor, içinde büyüdü de büyüdü. Oturduğu yerden, ayağa kalkıp kollarını öne uzattığını ve elleriyle dünyayı kendinden uzaklaştırdığını hayal etti. Mümkün değildi. İçinde olan uzaklaşmayandı. İçinde olunan uzaklaşılamayan.

Ellerini birbirinden ayırdığında uyuşmuş parmakları seğirdi. Aynı yere bakmaktan kuruyan gözlerini ovuşturmak için biraz bekledi. Kendine geldiğinde etrafına bakınmaya başladı. Sol çaprazındaki sandalyenin üzerindeki incir yaprağına benzeyen lekeye baktı. Bu lekeyi ilk kez Sevda onu terk ettiği gün incir yaprağına benzetmişti. Masanın etrafında plastik sandalyeler ve üzerinde soğumuş çay vardı.

Sular hırçın. Rüzgâr yıkıp döküyor. Yangın capcanlı.

Şadiye Sare Kaplan

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • anonim , 25/03/2023

    kendisi hikayesini anlatmış gibi geldi

    • Anonim Kafası , 26/03/2023

      indiana jones misali, yazar bunu gerçekten yaşamış mıdır da yazmıştır yoksa yaşamamıştır da mı yazmıştır diye kafa patlatanlar kulübü başkanı anonim.

      Yazılan her hikâye kurgudur. Hayat gerçek.

    • Betül Özkan , 26/03/2023

      Hayır, çok güzel bir kurmaca.

      Kurmaca: Gerçek olmayan, bir kurguya dayalı olarak üretilmiş, kurgusal, îtibârî

  • gölge , 24/03/2023

    iyimiş. yazarın kalemine selâmet.

  • 1isi , 23/03/2023

    kalabalığa giren hindi kısmı ilgimi çekti araştıracağım.

  • hasna , 23/03/2023

    virginia woolf’un duvardaki leke adlı öyküsü geldi aklıma okuduğumda

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir