Sen kimseyi incitmedin Nazif Efendi, bunca yıl oldu, kimseyi incitmedin. Ama baktığın aynalarda hep hüzün var. Saçının her telinde bir incinmenin, bir yaranın izi… Okunmuyor artık, ne zaman, nerede incinmişsin. Ama çok incinmişsin o aşikâr. Saçlarına düşen aklar, gözlerini alıyor. Bakamıyorsun aynalara. Sadece saçlarında kalmamış geçmişin izleri, bulaşıcı bir hastalık gibi gözaltlarına, yanaklarına ve hatta boynuna kadar inmiş. Sanki her incinmede bir jilet vurulmuş yüzüne. Hem de, kim vurmuş, neden vurmuş unutmuşsun. Çok zaman geçmiş fakat derinden hissediyorsun. Her çiziğin altında, çok derinde bir sızı duyuyorsun. Tüm o sinirler nasıl oluyorsa yüreğinin üstünden geçiyor, yanıyor yüreğin, defalarca yanıyor.
Kurtuldun aynadaki suretinden. Kaçar gibi geçtin oturma odasına. Ama bu bir kaçış değil bir vuslat senin için. Nazif Efendi… Bunca yaraya rağmen, yine yapacaksın değil mi? Tutamayacaksın kendini. Açacaksın o dolabı. Çünkü sen bu duyguya çok alıştın. Saçlarında kalan birkaç tel siyah saçı da beyazlatmak için uğraşacaksın. Yüzüne yeni çizikler atacaksın. Her bir çiziği de yüreğine bağlayıp yeni yeni yangınlar başlatacaksın. Önceleri seni durdurmak için çok uğraş veriyordum fakat ben de yorgunum artık, yenildim sana. Hiç durma, ne yapacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Kabından çıkaracaksın o en sevdiğin şarkının saklı olduğu plağı. Evin tozu, mutlu bir insana aniden çöken hüzün gibi çöküverecek plağın üzerine. Saçlarına düşen aklara benzeyecek plağın üzeri. Biraz siyah, biraz beyaz, biraz gri… Hayat gibi… Kenarlarından nazikçe tutacaksın, bir bezle, o şarkıyı tekrar yazacakmış, her notayı tek tek, tekrar tekrar işleyecekmiş gibi yavaş yavaş sileceksin. Tekrar hayata döndüreceksin, elindeki, yazıları dahi okunmayan plağı.
Uzun yıllar önce silindi üzerindeki yazılar. Bu duyguyu her hissettiğinde ortaya çıkan kıvılcımı yangına çevirmek için ruhun koşarcasına bedenin yaşına hürmeten, ruhuna inat bir sakinlikle gramofonun olduğu odaya girdi. Ve hep aynı plağa uzandı ellerin. Özenle sildin, sevdasına sadık, sessiz bir köle gibi davrandın o plağa fakat yine de silindi üzerindeki yazılar. Yıllara dayanamadı. Artık bir tek sen biliyorsun. Hangi şarkıdır, kim söyler? Senden başkası bilmez ki içinde ne var? Sahi, senin içinde neler var? Sen de o plak gibisin artık Nazif Efendi. Sırsın. Unutuldun. Ama unutamadın. Senin suçun yok, üzülme. Tüm suç o plağın içindeki şarkının.
Senin yaptığın, yanacağını bile bile ateşe atlamaktır biliyorsun. Ama bilmekle bir şeyler değişmiyor. Ben de bir şeyi çok iyi biliyorum, sen kendini ateşe atmaya doyamıyorsun. Haydi o vakit, gönül, yangınına rüzgâr bekler. Bir silah varsa sahnede, illa ki patlar. Senin silahın gramofon, kurşunun da o şarkı. Koy plağı, kur gramofonu. Tak iğnesini özenle, sapla plağın üzerine. Seni gören plağı kana bulayacak, bu acıdan kurtulacak sansın. Ama ikimiz de biliyoruz ki bu oyunda katil sen değilsin. İlk önce bir cızırtı duyulacak. Sonra yaylılar, vurmalılar… Sonra sanki kulağına fısıldanıyormuş gibi dinleyeceksin şarkıyı, kadife bir ses yavaş yavaş okşayacak ruhunu. Ama her mısrada bir ok saplanacak yüreğine. Sonrası… Biliyorsun işte:
Aşk nedir, nasıldır bilen var mı?
Sevip de her zaman gülen var mı?
Nazif Efendi… Nefesin daralıyor, yapma, sıkma kendini. Bırak, bir “ah” ile dökülsün ateşinin dumanı. Odaya savurduğun nağmelere karışsın. Parça her başladığında, ilk sözleri duyduğunda, başının aşağı yukarı sallanması boşuna değil, biliyorsun. Ve bir refleks halini almış aynı davranışı tekrar ediyorsun. Perdeyi aralıyorsun, yaptığı hatadan utanan çocuklar gibi perdenin kenarından bakıyorsun sokağa. Saat gece yarısını çoktan geçtiği halde yola bakıyorsun. Bekliyorsun. Kimse bu saatte gelmez, sen de biliyorsun. Hem bu kör karanlıkta, hem de bunca yıl sonra. Ama sen çok bekledin. Bu kısacık yola, yıllarca bakıp durdun. Kullanılmayan yol uzundur Nazif Efendi. Senin evine giren yol. Hiç kullanılmadı.
Ben seviyorum demek kolay
Hadi öl, denince ölen var mı?
Sevdiğini görmek istedin ama her seferinde boş, senin kadar yalnızlığa mahkûm o yolu gördün. Ardından cama yansıyan suretini… Önce yüzüne baktın. Sonra üzerindekilere. Bir kez olsun sır küpü olma. Her günü, ilk günmüş gibi beklediğini itiraf et. Her sabah özenle tıraş oluyorsun yıllardır. Ütülü bir takım elbise var üzerinde. Hani kravatını bağlarken hep nasıl bağlandığını karıştırdığın. Her günün sabahı saatlerini harcıyorsun. Fakat her gün aynı filme, ayrı bilet kesiyorsun. Neden bu ısrarın? Anlasana, bir gün çalınacak diye sabırla beklediğin o kapıyı kimse çalmayacak. Bakımsızlıktan viraneye döndü. Gönlünü kastediyorum. Her gün her gece ateşe veriyorsun ya, unuttun mu?
Sevip de her zaman gülen var mı?
Sen, kimseyi incitmedin Nazif Efendi. Ama çok incittiler seni. “İncitti” seni. Ve o kadar uzağa gitti ki, ismi “incittiler” oldu. Kalabalığa karıştı. Neden yanan yüreğinle birlikte sızlar sol kaburga kemiğin? Neden gözlerin yolları ıslatıyor? İtiraf et! Uzun zaman önce kendini inandırmak istediğin şeyi söyle. Bitir artık. Çünkü gerçekten bittiyse tekrarı olmaz. Tekrar sadece şarkılarda olur.
Olmuyor mu?
Yapamayacak mısın?
Bunca yıldan sonra?
Bunca laftan sonra?
O zaman söyleyecek söz kalmadı Nazif Efendi.
Haydi, gönül yangınına rüzgâr bekler. Bir silah varsa sahnede illa ki patlar. Senin silahın gramofon, kurşunun da o şarkı. Koy plağı, kur gramofonu. Tak iğnesini özenle, sapla plağın üzerine. Şarkı çaldıkça yan, kavrul. İğne plağın değil, yüreğinin üzerinde dönüyor yıllardır. Dönüyor, dönüyor… Döndükçe daha derine saplanıyor. Daha derine… daha… derine…
Ömer Can Coşkun
3 Yorum