Göle Maya Çalmak
Nasreddin Hoca’nın bazı fıkraları ve fıkralarından dilimize geçmiş deyimleri vardır ki zihnimde zengin tedailer uyandırırlar. Bunlardan biri “Ya tutarsa!” olarak bildiğimiz fıkrası ve içinde geçen “Göle maya çalmak” deyimidir. Nasreddin Hoca 13. asırda, Akşehir veya Sivrihisar civarında yaşamıştır. 13. asır, Türklerin Anadolu’yu yurt olarak benimsediği bir dönemdir. İşte Nasreddin Hoca böyle bir ortamda göle maya çalar. Bu ne anlama gelir? Kendi efkârımca yorumlamaya çalışayım. Fıkradaki göl Anadolu’nun, maya ise Türklerin temsili olarak ele alınabilir. Maya, dönüştürücü bir özelliğe sahiptir. Az bir maya, bir kap sütü kendine kalbeder. Türkler azınlık olarak geldikleri Anadolu’da, âdeta mayaya benzer bir etkiyle, sayıca çok olan küffara karşı yılgınlık göstermeden sabır ve ceht ederek Anadolu’yu yurt edinmeyi başarmışlardır. Bir yanda alplar ve gaziler cihad-ı asgar ile toprakların fethini sağlarken, diğer yanda erenler ve veliler cihad-ı ekber ile gönülleri fethetmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de mealen “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir (Bakara,249)” buyurulmaktadır. Bu ayet-i celile yine bana, göle maya çalmak deyimini hatırlatır. Sanki bu deyim bu ayetten neşet etmiş gibidir.
Fıkrada “Göl de hiç maya tutar mıymış!” diyerek Hoca ile alay edenler (veya ona şaşıranlar) ufukları dar ve inançları zayıf kimseleri temsil ederler. Onlara “Ya tutarsa?” diyerek mukabele eden Hoca, ufkunun genişliğini ve inancının kuvvetini göstermiştir; çünkü O, mayanın dönüştürücü özelliğinin, azların çoklara karşı galip gelebileceğinin ve Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunun bilincindedir, diyebiliriz. Şu durumda “Göle maya çalmak” deyimini “Gerçekleşmesi imkânsız gibi görünen bir işe girişmek” şeklinde anlayan ve açıklayan kimselere kulak asmasak da olur. Hoca zaten “Ya tutarsa?” demek suretiyle göle maya çalma işini muhal görenlere meydan okumuş, gölün maya tutabileceğini îmâ etmiştir. Nitekim maya tutmuştur.
Eşeğe Ters Binmek
Fıkrayı hatırlamakta fayda var: Bir gün hoca eşeğe ters binmiş, talebeleri arkasından gelmekte. İçlerinden biri merak edip soruyor: “Hocam niçin ters binersiniz?” Hoca cevaben, “Eğer doğru binersem siz benim arkama düşersiniz, önümden giderseniz arkanız benim önüme düşer, böyle binmek evladır” demiş. Bu fıkrada Hoca talebelerine edep öğretmekte, yüz yüze bakmanın ehemmiyetine işaret etmekte. Ders halkası ve hatme halkası gibi tabirlerden anlaşılacağı üzere geleneğimizde talebe ve dervişlerin oturma düzeni dairevîdir; ders bu minval üzere icra edilir. Bu oturma düzeninde her talebe birbirini ve hocasını rahatça görür. Aynı şekilde hoca da bütün talebelerini görür. Yüz yüze bakmak niçin önemlidir? Çünkü yüz, bedenimizi temsil eder; ayrıca göz yüzü, gözbebeği ise gözü temsil eder. Eskiler “Göz gözden utanır” demişler. Neredeyse herkesin telefonlara gömüldüğü, kimsenin yüz yüze bakma ihtiyacı duymadığı, birçok insanın birbirine utanıp sıkılmadan hakaret yağdırdığı bir dönemde bu söz üzerine etraflıca düşünmemiz gerekir.
Eşek, etinden ve sütünden olmasa da kuvvetinden faydalandığımız bir mahlûk. Fakat sesi ve inadı sebebiyle menfi benzetmelere konu olmuş bir hayvan aynı zamanda. Mesela eşek kafalı deyimi, anlayışı kıt kimseler için kullanılır. “Eşek hoşaftan ne anlar suyunu içer danesini bırakır” sözünde görüleceği üzere, eşek âdeta anlayışsızlığın temsili olmuştur. Tasavvufî bir yaklaşımla eşeği nefsimiz olarak düşünebiliriz, çünkü nefis de anlayıştan mahrumdur. Nefisten kurtulmak, nefsi tamamen yok etmek diye bir şey yok. Yani eşekten inmemiz mevzubahis değil. Nefsimizi ancak terbiye edebiliriz. Nefsi terbiye etmek evvela nefse muhalefet etmekle başlar. Nefis, bizim kendisini sürmek istediğimiz yere (sırat-ı müstakim) gitmemek için diretiyorsa, en azından biz, onun bizi götürmek istediği yere yönelmeme dirayetini gösterebiliriz. Nefsimize muhalefet edebilir, yani eşeğimize ters binebiliriz. Biz muhalefet ettikçe zamanla onun bize itaat edeceğini umabiliriz. Bu bağlamda nefsi merkebe benzeten Âşık Paşa, Garibnâme’de şöyle der:
Evvel ol kim nefsi ana kul ola
Ne ki nefse hükm iderse ol ola
Her bir işde kâdir ola nefsine
Nefsi merkeb eyleyüp nefse bine
Ayrıca bu deyim bana iki sözü hatırlatıyor. İlk sözün sahibi bir filozof: “Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakarak anlaşılır.” İkinci söz, İbn-i Haldun’a ait: “Mazi, maziden ziyade hâle ve istikbâle benzer.” Deyimden ve çağrıştırdığı bu sözlerden hareketle kendi geçmişimizi muhasebe etmenin ve tarih bilincine sahip olmanın önemini daha iyi kavrayabiliriz.
Bindiği Dalı Kesmek
Hoca bir başka fıkrasında bindiği dalı keser. Neden? Çünkü ayakları yere basmadan yol alamayacağının farkındadır. Şu sorulabilir belki: “Ağaçtan inebilir veya atlayabilirdi, niçin bindiği dalı kesti?” İsmet Özel’den bir alıntı kavrayışımıza katkı sağlayabilir: “Gerçekçi olmak dayatılan gerçeği kabullenerek yeni şartlardan yararlanma yoluna girmekle değil, gerçeği eleştirerek yeni bir gerçekçilik yolunu açma çabasını göze almakla mümkün.” Bu kavrayışla, Nasreddin Hoca bindiği dalı keserek gerçeği eleştirmiş, yere düşme pahasına yeni bir gerçeklik yolunu açmayı göze almıştır, diyorum. Yaşadığı dönemin şartları ve sonrasındaki gelişmeler bu yoruma imkân tanımakta.
Nasreddin Hoca, fıkralarında, gerçeği tersyüz etmek suretiyle gerçeğin içyüzünü gösterir; olması gerekeni işaret eder. Burada olması gereken insanın ayaklarının yere basmasıdır. İnsan kuş değildir. Eğer ayaklarımızın yere basmadığı, âdeta dalın üzerinde durmaya zorlandığımız tuhaf bir gerçekliğin içindeysek, o dalı kesmek, o gerçekliği değiştirme iradesini ve çabasını göstermek durumundayız. Mevcut gerçekliğin bir aktörü olmak yerine, bizim belirleyici olacağımız bir gerçekliğin imkânlarını yoklayabiliriz.
Feyyaz Kandemir