İnsan sıkışmıştır. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, az ve çok, kolay ve zor arasına. Geceyle gündüz, insanla insan, yerle gök…
– Haftaya çarşamba on yedi otuzda görüşmek dileğiyle…
Kapıyı kapattıktan sonra, Şennur Hanım’ın adımlarını duyamaz olana kadar kapının arkasında bekledi. Odanın ortasına kuruluvermiş, yıllardır apaçıklığı örtbas edilen acıyı biraz olsun dağıtmak umuduyla önce perdeleri sonra da pencereleri sonuna kadar açtı. Minik odasının orta yerinde volta atarken başka şeyler düşünmek istedi, güzel şeyler belki, belki gündelik yaşantısına dair şeyler, yapamadı, Şennur Hanım’ı düşündü hep. Koltuğuna oturup -koltuğuna gömülüp- karşısındaki az önce boşalan koltuğu izledi. Hâlâ orada duran, Şennur Hanım’la beraber çıkıp gitmeyen şeylere baktı. Seans boyu konuşulanları tekrarladı, tekrarladı.
Nasıl olup da bu kadar susabildiğine uzun uzun şaşırdı Şennur Hanım’ın. Yedi yıldır türlü danışan görmüş, çeşitli hikâyeleri birinci ağızdan dinlemiş, kaybolunan labirentleri kuş bakışı görebilmeyi başarmıştı. Az ya da çok daha ilk seanslarda kafasında ihtimaller oluşmaya başlar, seanslar ilerledikçe de bu tahminler elene elene sadece ayakları yere basan birkaç tanesi kalırdı ve bunlardan biri mutlaka tutardı. Aslında yıllar ve hikâyeler boyunca öğrendiği tek kesin şey insanın her türlü ihtimalin sonunda şaşırtıyor olmasıydı. Ama hiç bu kadar şaşırmamıştı. “İnsan bunca acıya nasıl dayanır?” şeklinde bir şaşkınlık değildi bu. “İnsan bütün bunlar olurken nasıl gülmeye, güldürmeye, rutinlerine, bir şeyler üretmeye, birilerine faydalı olmaya devam eder?” şeklindeydi. Hem acısını haftalar boyu benden bile gizlemeyi nasıl başarır… Bütün “bile”leri kırk dokuz kilitli sandıklara saklamak istedi. Kendini insan sarrafı atfetmişti geçenlerde bir sohbetin ortasında, kimse itiraz etmemişti, bunu da hatırlayınca utandı. Her “oldum” dediğinde olmamışlığını yüzüne çarpan dünyaya bozuldu.
Başını, etrafındaki gri bulutları dağıtmak ister gibi iki yana salladıktan ve gözlerini sımsıkı kapayıp açtıktan sonra hızlıca ayağa kalktı. Dışarının güneş gidince birden soğuyuveren kömürlü havasını içine çekip önce pencereleri sonra perdeleri kapattı. Masasını düzenledi, çantasını toparladı, pançosunu giydi. Çıkarken sehpanın üzerindeki sürahiye, yarım bardak suya, hâlâ kurumamış buruşuk kâğıt mendillere son kez baktı.
Geçtiği sokaklara en çok alaca karanlığı yakıştırırdı, keyifle yürüdü. Evine ulaşmasına birkaç bina kala, bir apartmanın zemin katından bütün sokağa yayılan kızartma kokusuyla etrafına bakındı. Aralık pencereden çatal-kaşık sesleri, bol gülücüklü masa başı sohbetinin bazı kelimeleri ve domates soslu karışık kızartma kokusu saçılıyordu. Huzurla gülümserken ailecek etrafında toplanılmış salaş yaz sofraları canlandı gözünde, özledi.
Eve geldi, ellerini, yüzünü yıkadıktan sonra ev kıyafetlerini giyinip mutfağa geçti. Buzdolabını açtı, domates ve biber çıkarttı. Tek kişi için yemek hazırlamanın tek güzel tarafı her şeyin hemen olup bitmesiydi, saatler süren hazırlık aşaması ve bulaşık faslının olmaması büyük konfordu. Ama sofraların karın doyurmak için kurulmadığını savunurdu hep, bu yüzden yalnız olmamayı tercih ederdi.
Önce kızartmanın sosunu hazırlamaya karar verdi. Domateslerin kabuklarını soyup iri iri doğradı, tavadaki ısınmış yağın içine atıp, soyduğu bir diş sarımsağı (en miniğini) üç parçaya bölüp ekledi. Domatesler sulanmaya başlayınca da karabiber, kekik ve azıcık biberiye… Sos hazır olunca biberleri yıkayıp çekirdeklerini ayıkladı. Koyu lacivert tabağın üzerine düşen biber çekirdekleri, içinin daraldığı daraldığı daraldığı gecelerde balkona çıkıp gökyüzüne bakınca gördüklerini hatırlattı.
Biberleri diğer tavada kızmakta olan yağa attı, kızarınca tabağa alıp üzerine domates sosunu döktü. Evde başka sebzeler olmadığı için karışık kızartma yapamadı, olsun.
Masanın üzerindeki bayatlamaya yüz tutmuş ekmeği dilimleyip tost makinesine koydu, ısınınca onları da tabağa alıp, sofraya geçti.
Karnını doyurup mutfağı temizledikten sonra balkona çıktı. Soğuk sandalyeye oturup ellerini bacaklarının altına koydu. Böyle oturunca başı istemsiz öne eğildi. İstemsiz yaptığı şeyleri fark ettiği anda tam tersini yapar, başını yukarı kaldırdı. Yıldızsız gökyüzünü izlerken yatsı ezanı okunuyordu.
Şadiye Sare Kaplan
4 Yorum