I.
Uyananlar uydu. Paçasın sıvayıp suya uydu, düğmesin bağlayıp bağa uydu, sarığın dolayıp dağa uydu. Mis sürüp uydu misvak sürüp uydu sürme sürüp uydu. Lokmayı yiyip yola koyuldu. Ayakkabısı ucuna göz koydu. Gayrıya gönül koydu. Uygun adım varıp vakte uydu. Birleyenler hep bir oldu, omuz omuza yaman oldu, fısk u fücrun altını oydu, fitne fesat haşad oldu. Saflar sırayâ, esfiyâ imamâ, sedâ makâma uydu. Itır havaya yayılıp biri diğerine uydu. Öteki Itrî’ye, beriki âhenge, ahîler yalnız Allah’a uydu. Bayram hitapla, besmele Kitap’la duyuldu. Hoca minbere çıktı buyurdu. Aziz ruhlarına ser buyurdu, selam buyurdu, İki Cihan Güneşi, Efendimizi (asm) duyurdu.
“Yüce Mevlâ ona boy boyladı, soy soyladı, hem o ne boyladı, hem o ne soyladı. Ceddi, Âzer bin İbrâhim (as), âzer ona gülzâr idi. Nesli, berk-i belâ Hüseyin (ra), belâ ona zevk u safâ idi. Biri canparesini diğeri canını feda eyledi. Kurban, hem ordan hem ondan hem de buradan. Taklid ama kimi taklid? Varın dağılın siz de yeryüzüne arayın, sabredenlerden bulunanı unutmayın, kapıyı korkuyla aralayıp ümmîd ile açın, önce maldan sonra candan Allah’a saçın.”
Iyd-i edhâ mübârek oldu. Halk, halka halka halkalandı. Nur batık kalpler sevinçle dalgalandı. Haklı hakkını alıp hâlini Hakk’a ısmarladı. Huylu huyundan, suylu suyundan, hay-huy, aman Allah; gün doğdu erbâb-ı mehabbete… Eskiler musafahadan sonra yüzüne de götürdü, sakalın hatrını dargın komadı. Dönmüş giderlerken bir nâdan fırlayıp başın soktu: “Sabaha puânım on numara, öyle müdhiş bir içtimâ! Pekey her şey bu kadar güzelken, onca kişioğlu ardında neden kör kütüğe de dua olınmadı?” Cevab bulamayınca kuyruğun omuzlayıb gayboldu.
İnsicama kim kast etti hangi kişi işiydi in miydi cin miydi bilinemedi. Yalnız birinin, birinci saf cemaatinden amma da birinin kıprak dudakları şüpheye sevk etti. Gerçekten de o gün felek formu rüsvay eyledi, neylerse güzel eyledi. Cemaat, dillerinde “Lâ meşhûde illâ hû” zikri, kuş gibi hafifleyip kurbanlarını kesmek üzere Kurbankent’e yöneldi.
II.
Kurbankent bir zuhur etmeyle zuhur ederdi. Olmayan ve olmamış olanken, bayram sabahında, olan ve olmuş olan olurdu. Edipler onun için, her sene Zilhicce’nin on ikisinde sanki bâd-ı sabâ esip de tabiata gelişigüzel şekil verdiği Kurbankent için, “Toprağın, taşa özü sözü bir cevabı” derdi. Cevvaldi, koca şehir öteberisini toplayıp ayaklanabilecek gibiydi. Ufka hâkim manzarasında peşpeşe çadırlar, ahırlar, su kuyuları, yolcu gibi hırpânî giyinmiş kimseler ve ellerinde kesici aletlerle güya ordugâha benzerdi. Terütazeydi ama kadimdi de. Evveli binlerce yıl geriye gider geçmişi hiçbir yere gitmezdi. Bilinemezliği sersemletirdi. İnsanın olduğu yere diz çöküp sigara sarası, “Sanki neyi bilebiliriz ki!” deyip iç çekesi gelirdi.
Bu sene de aynısı oldu. Kurbankent zuhur etti. Musallîler namaz çıkışı birbirlerinin peşine düştü, katar katar kafilelerle kalkıp geldiler memleketlerinden. Varıp durlandılar, bir daha hayret ettiler. “Fikir mi, düş mü, erek mi, gerçek mi; gökten yalnız tahattur zevkiyle mi indi?” Anlamadılar bir daha. Selam verip girdiler.“Esselamualeykum ve rahmetullahi ve berekatuh dâimen ebeden” deyip boşluğa düştüler. Cilve hoşlarına gitti, kalkarken “Mevlâ yâ salli ve sellim dâimen ebeden…” diye kalktılar. Susmadılar fakat susamadılar. Dâimen kelimesine tutuldular. Hayretle selamet arasında akıp giden vaktin ne kadar sürmesi gerektiğini insanın kalbine doğan ilham zann-ı galiple bildiler. Şaşırıp soru soracak olduklarında o semti terk ettiler, başlarını kaldırıp gördüler ki meğer şehre gelmişler. Orada iki ağaç seçip kapı bellediler. Arasından geçerken yakalarını ilikleyip, niyetlerini son bir kere tashih ettiler.
Evvelemirde yapılması gereken işlere karar verildi. Cemî kişi bir araya geldiğinde önce emir seçmek gerekti. İntihâbın sonucu âşikar olduğu halde yine de âdil kıstaslar belirlendi. İlimden, takvadan, yaştan, yüz güzelliğine hatta boya ve endâma kadar hepsinde inciliği Divriğili Hasan Ağa göğüsledi. Ağa göreve hicapla başladı, istiğfar çekerek sarıp sarmaladı, şûrâ kurup danıştı. Emaneti ehline teslim etmek için tercihte bulunacakken ellerini kaldırıp yed-i mübarekine mükâfât konsun bekledi. Duâ orada, milletin gözü önünde kabul edildi. Gazap kuvvesiyle mücadelesinde çok zaferler kazanmış olan başka bir mahcup muzaffer, Ağa’ya yardımcı verildi; Ağa ona kasapbaşılık görevini tensip etti. Kasapbaşı Ebû’l Emvât’a Nuh gününden yâdigar bir bıçak, geçen senenin Ebû’l Emvât’ı tarafından merasimle takdim edildi. Şehvet kuvvesini alt eden kişi yine ilk kez burada fâşeylenip çukurculara reis seçildi. Çukurcular pîri Ebû Turâb’a paha biçilemez sedef kakmalı kazmayı seleften Ebû Turâp teslim etti. Nihayet reislerin mâiyetinde on iki heyet teşekkül etti. Mertebelerine göre parçalama, doğrama, dilimleme, bileyleme, tartı, taksim ve nakliyat yapacak olan kimseler âmirlerinin ardısıra dizildi. Hiçbir şeyin eksik kalmamasına iyice dikkat ettiler. Bitti derken geçen senelerde tespit edilen başka bir mühim müşkile, havada kalan selamların ızdırâbına kulak kesildiler. Aleykümselam görevlisi Selâmi Ağa’nın vazifesi buydu. Selam devriyesine çıkacak; unutulan, duyulmayan, yüzüstü bırakılan kimsesiz selamları o toplayacaktı. Öyle ecdâda böyle evlat… Kurbankent’te işte bu bile en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü.
III.
Halk göktekilerle bir yumak ip gibi irtibat hâlindeydi. Önce şafak sökmüştü de uyur iken uyanmış suya yumulmuş yola koyulmuştular. Güneş doğunca iyice durmuştular, bir mızrak boyu çıkınca hemen namaza durmuştular. Kente geldiklerinde akşam karanlığına kadar bir an evvel ve hep birlikte karib olmaktı istedikleri… İş ki yine bir işaret gerekirdi, sıcak durduğu yerde duranlara ferahlık vermezdi. Gözler Ağa’daydı ama onun beklediği başkaydı. İlk kurbanı kesmek üzere her kim seçildiyse ol muhtârı gözlüyor, çağırmanın yollarını arayıp “Delil Yârabbî…” diye sayıklıyordu.
Başına iş açmış değildi, vazifeyi kendisi talep etmemişti. Selefleri, hesaba kitaba gelmeyen hayli demdir hakkıyla kurban sunarak sıralarını savmış, gelecek olan gelip çatmıştı. Burada başkası olsa atalarının kendisine kastı olduğunu sanıp isyan eder, yetmiş iki milleti mahkemeye vermek isterdi. Böyle olurdu, şimdi başına gelenden başka gelen giden yoktu. Boncuk boncuk ter akıttı. Bayram neşesini yel aldı ama yaprak bile kıpırdamadı. Her şey yavaşlayıp ağırlaştı. Ağa güç belâ, öne çıkar gibi kaykıldı.“Fenâ ender fenâda yoğ olup hem vâr olan gelsin bu meydâne” diye bir sözler uydurdu. Çâre olmadı. Bir, “Hay Allah, bu da geçer mi?” demesi vardı ki görülmeye değer… İblis-i lâin lânetlenmese Allah bilir o da şefaat etmek isterdi.
IV.
Yeşil şapkasında Kırklar Yaylası yazan, etrafa arabesk tıngırtılar duyuran eski model bir dolmuş yaldır yaldır gelip âniden frene kökledi. İçinden birkaç kişiyle birlikte birkaç kişi daha indi, bir de kurbanlık indirildi. Sayıları yekunda belli bir sayı etmedi ama sayısız demeye de bin şahit gerekti. Şöför, Ağa’ya yanaşıp “Bir mevsîm-i bahara geldik ki…” diye yazan küçük bir kâğıt verdi. İnenler orta yere halka kurdu, bir hüzzam ilahiyi meşketmeye koyuldu.
Vardım kırklar yaylasına
Gel berû ey cân dediler
Yüz sürdüm ayaklarına
Gir işte meydân dediler
Yerli yerinde durdular
Yerlerinden yer verdiler
Ortaya sofra serdiler
Lokmamıza ban dediler
Erenler kalbi ganidir
Yuduğu kalbi arıdır
Gelişin kanden beridir
Gel şöyle ihvân dediler
Gördüğünü gözün ile
Söyleme sen sözün ile
Andan sonra bizim ile
Ol sen de mihman dediler
Düşme dünya mihnetine
Talib ol Hak hazretine
Âb-ı Kevser şerbetine
Parmacığın ban dediler
Şâh Hatâyî nedir hâlin
Duâ edip kaldır elin
Kesegör gıybetden dilin
Cümlemiz yeksân dediler
V.
Sözde üdebâ tâifesinden mezbur ve meşum nâdan bir seferde bütün dikkatleri üstünde topladı. “Efendiler” dedi, “Biz burada maalesef ki kadim bir geleneğin ihyâ edilmesini, toplu bir kurban merâsimini seyredemiyoruz. Onca yolu boşuna gelmişiz, bayağı bir drama tanık ediliyoruz. Evvelâ bizlere vaat ettikleri merâsimi sunamayınca bu kez ‘Şehre bir yolcu gelecek’ diye efsunlu bir laf çıkardılar. Sabrettik ve fevkalade tarihî ehemmiyeti hâiz arkaik manzaraya şahit olmak için bir zaman daha bekledik. Güneşin nerdeyse batacak olduğu şu vakitte hâlâ, nerden gelip nereye gittiği muammâ külüstür bir dolmuştan ve onun acâyip misafirlerinden başkasını görmüş değiliz.”
Ağa kuyrukluyu, daha minberdeyken sol gözünden tanıyıp takip etmişti. Bir daha dönmemecesine defterini dürdü. Bayram günü, bir feryâd u figan koptu. Peşinden teki daha atıldı, “Siz zaten anca bunu bilirsiniz” demeye çalıştı, sözü tamam bulmadı. Bir feryâd u figan daha koptu. Ağa bu sefer duydu. Gözünün feri gitti. Baktı ki feryatla firkat aynı kökten geliyor ama yazık ki onlar da epey ayrılıyor, yaraya tuz serpmemek için öylece durdu.
VI.
Bir adam şehre geldi. “Yâ emîrü’l-mukarribîn, yâ emîrü’l-mukarribîn!” diye arayı arayı Ağa’yı buldu: “Anam babam sana fedâ olsun. Ben yıllardır diyar diyar gezerim, her kavimden insanla oturur kalkarım, yanarım da lisân-ı Arabîdeki ‘Anam babam sana fedâ olsun’a müsâvî bir deyim ararım. Nihayet bir gün ve gece rüyamda seni gördüm. Bilmeyenlere sorup yolun buldum. Lutfet yanında kalayım, seninle tamâm olayım…”
Ağa’dan işaret geldi. Kasapbaşı ilk kurbanı kesmesi için bıçağını adama uzattı. Yolcu, Ebû’l Emvât’a da “Anam baba sana fedâ olsun” dedi, başına iş aldı.
VII.
Herkes ilk kurbanı kesecek olan tâlihli kişinin peşine düşmüşken biri de ilk kurbanlık Vesile’nin kimin nesi olduğunu merak etti. Araştırıcı, hayvanın bilinen yedi kuşak geçmişi içinde her birinin en azından birer menâkıbnâme sayfasına derkenar olduğunu; hayvanın oldukça mâruf ve velud bir dölden geldiğini tespit etti. Sonunda kendi soyundan yüksünecek kadar bilgi toplayınca araştırmayı da anlatmayı da bıraktı, bir başkası devraldı. Öğrendi ki bahse konu hayvan, değirmende döndükçe Divrikli Hasan Ağa’nın marabasıyla arasına giren, bu yüzden gözden kaybolan marabasına akşama kadar durmadan selam vermesini gerektiren sığırdan başkası değildi. Ağa hayvanı elinden çıkarırken veya ona ad taktığı sırada “Allah encâmını hayretsin” diye bir dua etmiş olacaktı ki keremiyle Vesile burada, yılın ilk kurbanlığı ve kurbanların göz aydınlığı olmuştu.
Soyuna yakışanı yaptı. Kendi lisanıyla, gözlerinin bağlanmaya, ayaklarının zincirlenmeye ihtiyacı olmadığını duyurdu. Gerdanına bıçak sürüldüğünde onu kırklar yaylasında başı dönesiye kadar yayılırken salladığı çıngırağın mâdeniliği gibi hayal etti. Ölümü tamam bir olgunlukla karşıladığında yedi kat yabancılarının bile kalbini yumuşattı. Boğazlanışı Allah’ın izniyle çok kolay oldu; bıçak bir seferde merî, hulküm ve evdacın yerini eliyle koymuş gibi buldu. Uyudu uyanamadı sanki. Öldükten sonra boşalan tersinden başka kötü bir hatırası kalmadı. Giderayak ahâliyi ikiye ayırdı. Edipler gördüğüne başlık aradı ve “Ölümün Giderdiği Hâcet” üstünde mutabakata vardı. Zâhidlerin yüreklerine kor düştü. “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve dirilirsiniz” hadis-i nebevisini hatırladılar ve âhir ve âkıbetlerinin hayrı için duâ ettiler.
Vesile’nin akıttığı ilk kan ferahlık yaydı, kentin harâretini aldı. Henüz kuyruğunun bile titrediği sırada, bir mucize gibi şehrin dört yanında devrilen, çatlayıp yere serilen kimseler oldu. Gerçek bir bayram havası ve huzur selamet ancak o zaman müyesser oldu. Uğursuzluk kalktı. Zaman içinde zaman oldu. Peşpeşe kesilen sığırların ardındaki tezgâhlar löp etlerle doldu. Her yerden duyulan bıçak şıkırtıları askerî bir tâlimhâneninkine benzedi. İnsanların arasından hızla ve hiç dokundurmadan geçen el arabacılar hepsi ayrı telden teganniye başladı. Sırasını bekleyen beyaz giysili hisse sahipleri toprağın üstüne oya gibi bağdaş kurdu, buradan bakınca şehir büyük bir danteli andırdı. Vakit yaklaşırken münazaracılar önce kavurma mı gelir salat mı dilemmasını tartıştılar. Sakalar su dağıttı, her bardağını birer öğüde sattı. Şurup dolaştıran tablakarlar kırk yıllık simyacı edâsıyla şurubun mahiyetini anlattı. Akıl yükünden kurtulmuş meczuplar akıllı kimselere ellerini çevirerek delisin hareketi çektiler. Kediler ciğere doydu, dünyaya geldiklerine fevkalâde memnun bulundular.
Akşam oldu. Kurbankent yok oldu. Ağa’nın ilk defa gururla boşluğa seslenişi o yoklukta giderek kayboldu.
Mehmet Emir
1 Yorum