Garip

İbrahim Beyaz, umudun bizi terk etmediğini dillendiriyor…

***

Okulun kapısından içeri girerken güvenliğe kimliğini göstermekte gecikince panikledi. Girişte sebep olduğu kısa süreli sıkışıklıktan sonra kimliğini gösterip cüzdanını tekrar cebine koyarken elindeki defterleri düşürmekten son anda kurtuldu. Kampüs içinde yürürken etrafından gelip geçenlerin sanki onu izlediği hissine kapıldı bir anda. İnsanların yadırgayacağı tuhaf bir hali yoktu ama bu hisse engel olamıyordu bazen. Bu hisse kapıldığında ise yadırganacak tuhaf bir hale bürünebiliyordu elinde olmadan. Her zaman olduğu gibi kaldırımda yürürken türlü vücut hareketleriyle karşıdan gelenlere yol vermeye çalıştı. Kantine gidip çay içmeyi düşünüyordu ama vazgeçti. Hava bulutluydu. Her an yağmur bastırabilirdi. “Zaten kâğıt bardaktan çay mı içilir?” diye söylendi kendi kendine. Başı öne eğik vaziyette yürümeye devam etti.

Bölüm binasına girip sınıfın kapısına geldiğinde içeri girebilmek için kapının önündeki kalabalığı aşması gerekiyordu. Mırıltıyı geçmeyecek bir sesle “Müsaade eder misiniz?” dedi ve aynı kısık sesle “Pardon, pardon” diyerek kendisini duymayan insanları ite kaka içeri girdi. Arkasından “Ayıya bak insan bir yol ister!” diye homurdandı kapıdakiler. Sınıfta kalabalıktan nasibini almamış bir yer buldu ve pancar gibi kızarmış yüzle oturdu. Niye bu kadar çekingen ve utangaç olduğunu düşünüp kızıyordu kendine. Neden ayak uyduramıyordu öteki insanlara? Özgüven eksikliği mi vardı?

Etrafına bir duvar örülmüş halde düşüncelere dalmışken, sınıfın cam tarafındaki arka köşesinde muhabbeti koyulaştırmış beş altı arkadaşından biri laf atıp yanlarına çağırdı. Buna sevindi. Yanlarına gitmek için ayağa kalktı. Kalkarken defterini yere düşürdü. Göz ucuyla etrafına baktı. Defteri alıp yerine koydu. Yürüyüşü ve hareketleri acemiceydi. Yanlarına gidip oturdu. Selamlaştılar. Konuşmalar devam ediyordu. Sanki varoluşları buna bağlıydı. Konuşmasalar yok olup gidecek gibiydiler. O ise sadece dinliyordu. Diğer insanlar gibi anlatacak çok fazla şeyi yoktu.  Zaten bu tür konuşmalara ortak olmaya çalışsa da beceremezdi. Herkesin, varlığını ispat için “Bu hayatta ben de varım, beni de bilin.” dercesine iştahla kendinden bahsettiği kalabalık bir sohbette “Ben de bugün” diye başladığı cümlesini tamamlayamazdı. Bir başkası daha yüksek bir sesle araya girer, susmak zorunda kalır, sadece dinlerdi. Belki de söze “ben” diye başlamaktan vazgeçmeliydi, kim bilir? Bunu düşünmeliydi. Böyle ortamlarda aslında kimse kimseyi dinlemez, başkasını ve ne söylediğini umursamaz, sadece kendi anlattıklarının dinlenilmesini isterdi. Bunu fark ettiği anda ise susmak ona garip bir huzur verirdi. Çünkü susmak hikmetti. Yoksa bu düşüncelerle asosyalliğini örtbas etmeye mi çalışıyordu? Peki, sosyallik böyle bir şey miydi?

Bulunduğu ortamdan kopmuş, düşüncelere dalmıştı. Sağında oturan kıvırcık saçlı, uzun suratlı, zayıf arkadaşı “Dünkü sınav nasıl geçti?” diye sorunca kendine geldi. Tam soruya cevap veriyordu ki “ben” demeye kalmadan karşısında oturan mavi kazaklı genç “Ulan o üçüncü soruyu ben nasıl yanlış yaptım!” diye feryat edince yine aynı şey oldu, susmak zorunda kaldı. Bu soruya cevap verip vermemesinin bir önemi yoktu zaten.

Önemsendiğinden değil laf olsun diye sorulmuş bir soruydu nihayetinde. Mavi kazaklı gencin sözü bitmeden bir başkası üçüncü soru hakkındaki fikirlerini dile getirdi yüksek bir sesle. Mavi kazaklının soruyu doğru ya da yanlış yapmasının da diğerleri için bir önemi yoktu tabiî ki. Mikrofon geçici olarak diğer gençteydi şimdi. Kimin sesi daha fazla çıkacak diye bir yarış vardı sanki aralarında. Hemen arkasından başka biri aynı soru için hocaya sövmeye başladı. Böyle soru mu olurdu, kesin yanlıştı o soru, hiç kafası çalışmıyordu bu hocanın, nasıl profesör yapmışlardı bu adamı?  Bir otorite gibi yorumlar yaparken hoca sınıfa girdi. Herkes yerlerine dağıldı. Hoca bir gün içinde sınav kâğıtlarını okumuştu. Daha doğrusu asistanlarına okutmuştu. Soruların çözümlerini ve notları dışarıdaki panoya astığını söyledi. Tüm sınıfı heyecan basmıştı. Öğrencilerin geçmekte en çok zorlandıkları dersin final sınavıydı bu.

Dersten sonra sınıftan çıkıp koridordaki panoya doğru yürüdü. Ondan önce çıkanlar çoktan sonuçlara bakmış ve cevap kâğıtlarının önünde sonuçlar hakkında tartışmaya başlamışlardı bile. Kalabalığın arasına girip notuna bakmaya çalışsa da başarılı olamadı. Sonucuna bakan, panonun önüne mıhlanıp kalıyor, arkadan gelenler listeyi göremiyorlardı. Öndekiler soruları tartışırken arkadakiler kendilerine müsaade etmedikleri için öndekilere kızıyordu. Arkadakilerden öne geçebilenler ise aynı düşüncesizlikle cevap kâğıtlarının yanından ayrılmıyordu. Gürültüden kimin ne dediği anlaşılmaz haldeydi. Koridorda müthiş bir karmaşa vardı.

Beklemekten vazgeçti. Usulca kalabalığın içinden sıyrılıp kapıya doğru yöneldi. Garip diye fısıldadı yürürken. Sinirlenmişti ama kimseye bir şey söylemedi. Gereksiz tartışmalar yaşanacak ve nasıl olsa sesi diğerlerinden daha az çıktığı için haksız olacaktı. Okulun kapısından çıkarken çarpmaktan son anda kurtulduğu kızın yeşil gözlerine takılıp tökezledi. Büyük bir sessizlik çöktü içine. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Utangaç bakışlarını yere çeviren kız içeri girdi. Arkasından birkaç saniye baktıktan sonra koluna çarpan kapıyla ancak kendine gelebildi. İyice aptallaşmıştı. Sendeleyerek otobüs durağına doğru yürüdü. Hava kararmak üzereydi. Yağmurun şiddeti azalmıştı. İçini garip bir heyecan sardı. Durağa yanaşan otobüsün sağ ön tekeri çukura girince etrafa sıçrayan çamurdan nasibini aldı. Çamurun duraktaki onca kişiden sadece ona isabet etmesi elbette şaşılacak bir şey değildi. Otobüse binerken gülümsedi. Elinde hazırladığı parayı şoföre verdi. On kuruş para üstünü almak ümidiyle birkaç saniye bekledi fakat şoför oralı bile değildi. Arkasından gelen yolcuları görünce ilerlemek zorunda kaldı. Hâlbuki yol parasını on kuruş eksik verse kıyamet kopabilirdi. “Olsun” dedi içinden, “bana geçmesin de, varsın benden gitsin.” Otobüsün içinde yürürken gözü yolun karşısındaki okulun kapısındaydı. En arkadaki beşli koltuğun sol tarafındaki cam kenarına oturdu. Elinin tersiyle camın buğusunu sildi. “Ne güzel gözleri vardı!” diye düşünürken yüzünün kızardığını hissetti. Derin bir nefes aldı sonra. Soluk alıp vermek hiç bu kadar güzel gelmemişti. Tekrar görebilir miydi acaba onu? Görse ne olacaktı ki? Midesinden göğsüne doğru yükselen heyecan ve umutsuzluk karışımı duygu, hüzünlü bir gülümseme kondurmuştu yüzüne.

Demli bir çay olsaydı şimdi…

İbrahim Beyaz

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • bana kimse öyle bir şey demedi! , 25/12/2013

    Her satırını -son satır hariç açık çay iyidir- yaşamış biri olarak, sonrasını merak ediyorum. Kendime benzeyen böyle bir insanı görmek isterdim.

  • hased fesad şampiyonu , 25/12/2013

    sevgili yeşil gözlü kız, bütün hikayelerde, romanlarda, filmlerde millete çarpıp duruyorsun? önüne baksana kızım!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir