Mostar Dergisi Mart, 109. sayıda yer alan “Fotoğrafın Hikâyesi”ne gelen çalışmalar arasından birinciliğe değer bulunan Yunus Emre Çoban’ın “Konuşan Ev, Çay Kaşığı ve Sadık” adlı hikâyesi olmuştur. Kendisini kutlarız.
***
Konuşan Ev, Çay Kaşığı ve Sadık
Hep korkardım belimin büküldüğü andan. Çehreme düşen kırışıklıkların hayali bile ürkütürdü beni. Bu ürkme nöbetlerinden beni zaman zaman kurtaran, bünyemdeki ve çevremdeki insanlardan bana bulaşmış olan sonsuzluk umuduydu. Bu sonsuzluk umuduyla yaşama sarılan insanların, ölüm haberlerini aynı benim gibi taş ve topraktan yapılmış olan camilerden işittiğim vakit, sonsuzluk umuduna olan inancım kayboluyordu. Benim bu durağan zamanım, insanların hareketli zamanlarından daha uzun ömürlüydü. Sakın, insanların benden daha kısa ömürlü olduğunu düşündüğümden dolayı onları küçük gördüğümü de sanmayın. Benim ilk harcımı karan usta bir insandı. Çatlayan duvarlarım ve şimdilerde insan yüzü görmeyen odalarımla kendi yokoluşuma bırakılmış vaziyette olsam da bu benim için bir varoluş da sayılabilir. Çünkü kendimi insanlar olmadan tanıyabilme imkânına daha şimdilerde sahip olabildim. Penceremin önlerinde kasımpatıların, sardunyaların ve leylakların açtığı vakitlerde şuh insan seslerinin hiç bitmeyen dağdağası sürüp gidiyorken kendi varlığımı nasıl bilebilirdim ki? Yokoluşun sırrına ermeye yakın, kendi hakikatimi avuçlarımda görmek beni taştan, betondan müteşekkil olmaktan öte başka bir yere çekti.
Çocukluğum, sonsuzluk umuduyla; gençliğim, insanlardan daha kalıcı olduğumu düşünmekle geldi geçti. İnsanlardan daha kalıcı olduğum doğruydu, fakat mabetler kadar kalıcı olmayacağımın farkına orta yaşlarımdayken varmıştım. O zamanlar çevremi yeni bir şekle sahip üst üste konulmuş evler istilâ etmeye başladı. Bünyemde barınan hanımlar, camlarımı silerken bu balkonlu evleri öyle bir hayranlıkla temaşa ediyorlardı ki vurulan bezler çerçevemdeki kirlerin bazılarını görmezden geliyordu. Orta yaşlarım da bu balkonlu evlere öfke duymakla, camilere ise imrenmekle geçti gitti. Ve yaşlılık dönemim binalara hayranlıkla bakan insanların, o hayranlık duyduklarına ulaşmasıyla başladı. Camımın çerçevemin düzenli silinmemesine, lekeli kalmasına katlanamayan ben, camımın kırılmasına, boyalarımın akmasına, sıvalarımın dökülmesine bile razı oldum. Ah! Keşke mabet olsaydım da durmadan boyanıp temizlenseydim diye içten içe dert yandımsa da kimsecikler işitmedi beni. Fakat ne var ki bu seslenmeden sonra Allah’ın bir kulu elinde fotoğraf makinesiyle karşıma çıkageldi. Çeksin çeksin resmimizi, görenlerden biri belki iç çekişlerime tanık olur. Beni fotoğraf makinesine hapseden bu kişiyi daha önce hiç görmemiştim buralarda. Önümde de Sadık oturuyordu. Her zamanki pozuyla kadraja giriverdi yine. Bu anları hiç kaçırmaz. Ne vakit biri gelip önüme dikilse, hemen önümde bitiveriyor Sadık. Önümde dikilenin beni çekip çekmemeye henüz karar vermemesi, Sadık’ı harekete geçirir ve bir yerlerde hazır bekliyormuş gibi fırlayıp önüme atlardı. Sonra o meşhur pozunu verirdi. Çömelmiştir. Sanki hiç daha önce çömelmemiş, “bunu ilk defa deniyorum bak” pozudur bu. Sanki mülk onun. Ha ha… Sizin anlayacağınız Sadık azcık terelelli. Olsun azcıktan bir şeycikler olmaz. Ben çok mu akıllıyım sanki? Bir de Sadık’ın elindeki o çay kaşığı yok mu, o yok mu? Nereye gitse götürür, cebinde gezdirir… Sadık işportacıdır. Tezgâhı hep tıklım tıkıştır. İğneden tırnak makasına, tıraş fırçasından, badana boya fırçasına kadar her eve lazım levazımı satar. Çok da ucuz satar. Öyle körlenesi bir iştahı yoktur. Parası çıkışmayanı şıp diye anlar ve bir yolunu bulup ihtiyacı olan eşyayı ona bedavadan verir. Aslında bedavadan verdiği her eşya onun için bir yüktür. Ona göre kendi karnı doyuyorken bir başkasının karın gurultusu duyulmamalıdır. Elindeki çay kaşına gelince… İşte hiç sormayın onu. Çok acıklı bir hikâyesi var. Dinleseniz ağlarsınız ve ben sizin ağlamanızı istemem. Belki Sadık’tan dinleriz bir gün… Belki bir başka sefer ölmez sağ kalırsak anlatırız. Bakarsınız yarın bir karar çıkar ve yıkılır gideriz. Hayatımız, odalarımızda yataklar serdiğimiz insanların iki dudağı arasında… Siz benim konuştuğuma da bakmayın, hakikatte asla konuşamam. Şu beni fotoğraflayan adam var ya. İşte o bana bir dil biçti, terzi gibi… Siz de duvarlar hep susar sanırdınız değil mi? Ne yalan söyleyeyim, esasen ne susar ne konuşuruz. Bizi sadece dinleyen anlar.
Yunus Emre Çoban
Fotoğraf: Abdullah Karaca
3 Yorum