Bilen bilir; denizini içinde besleyen, fırtınalarını da kendi doğurur. Bazı fırtınalar takvimsiz vurur sürgün yerinde. Har ile harman savurur zemheri gecelerde. Şairin “gecesi çok uzun karlar ve buzlar ülkesinde…” demesi bundan olsa gerektir.
Filizkırandı. Fırtına vakitsiz vurmuştu yine. Gök gürlemeleriyle uyandı Civan. Rahmet yağmıyor, yıkıyordu yeryüzünü. Kalbini açtı gökyüzüne, aşk dilendi son takatıyla. Bu derdin başka yolu yoktu artık. Lokman Hekim’in meşhur hikâyesini ve adama verdiği cevabı düşünüyordu kaç zamandır:
“Ah evlat ah, senin derdinin dermanı bende yok dedim, ben nereden bulaydım karayılanı, kara koyunu, kendi rızasıyla nasıl emzirseydim, ak taşın üstüne nasıl kustursaydım… “
Filizkırandı. Rahmet yeryüzünün günahlarını temizlemeye gelmiş gibiydi. Daha şiddetli, daha öfkeli ve merhametli yağıyordu sanki. Hastalara şifa, dertlilere devadır dedi. Nasip dedi hüzünle. Nisan yağmurlarını biriktirdiği yıllar geldi süzülmüş gözlerinin önüne. Anasının hasretine ah etti sessizce. Yola çıkmalıydı artık. Bulunacak olan neyse doğmalıydı karanlığa.
Kara bulutların dağılışını seyretti biraz. Gözlerinden bir damla hasret süzüldü. Kaç zamandır ağlayamıyordu. Kalbi kasvet bağlamıştı sanki. Hakikatine varamadığı her şeyi buna bağlıyordu. Kalp kilidini kırmaya ne kadar meylettiyse de yoktu bu işin çıkarı. Aklın da bir hududu vardı en nihayetinde.
Yıllardır cesaret edemediğini yapmaya koyuldu. Kimseye hoşça kal bile demeden, kimsenin O’nu tanımadığı ve bir daha kendisinden haber alamayacağı bir yere gidecekti işte. “Oraya” gidecekti. Derdi meşhur Kör Musa’dan, ahret kardeşinden helallik almadan olmazdı ya… Nice zemherilerde gönül gönüle verip aynı sorunun ateşiyle yanmışlardı : “Asıl soru nedir?” Dede yadigârı gümüş tabakasından tütün sardı. Dostluğu çekti içine. Buğday sarısı kâğıda mor mürekkeple yazıla koydu: “Sorulması gereken soru, kendi kendinin cevabı olabilir ve bu aydınlık gözlerimizi kör edebilir.” Görmezdi; ama elbet okurdu ya biri O’na. Yine susar, anladım dercesine sallardı başını.
Yolluk yapmadı. Fistan bildikleri üç parça kefen bezi vardı. Ömrünü sardı kefenine, hatıralarını, hayallerini, uykusuz gecelerle doğmayan güneşleri sardı. Anasından emdiği ak sütü, baba nasihatlerini, ilk çarığını, bayram harçlıklarını sardı. En çok da babaannesinin hikâyelerini… Bir de yokluğu ciğerlerini delen vardı, bulunacak olan hani, bir tek o kaldı kefenin dışında. Anasının göz nuruyla ördüğü nakışlı seccadeyi serdi. Allah’ın rızasına iki rekât namaza durdu. Kısrağını tımarladı son kez.
Hilal kaybolurken koyuldu yola. Köy meydanından çıkarken bir toz bulutu bıraktı ardında. Görenler Filizkıran dedi. Son duyduğu yeni doğan çocuğun gözyaşlarıydı. Mezarlık tarafına yöneldi, kalbi kaldırmazdı ya… Kaç bayramdır uğramamıştı anacağızının kabrine. Boynundaki cevşeni ıslattı gözyaşlarıyla. Hayırsız derlerdi onun için. Köy ahalisi sevaptır der otlarını temizlerdi mezarın. Öteki yola koyuldu. Kaderdir dedi kendi kendine. Varılacak olan nerdeyse her yol ona giderdi nasılsa.
Güzelliği arayanlar yanılmışlardı. Hoş, sevgili bakmasını bilene güzeldi ya. Aradığını tarif edemese de bulduğunda anlayacaktı. Kasveti kalbinden sökecek, dizlerine merhem olacak ilaç sevgilinin ayakları altındaydı. Er geç bulunurdu nasılsa.
Her Filizkıran sancıyla gelir, yüreklere kor düşürürdü. En çetin aşk kaçakları boynu bükük teslim olurdu. Nice yiğitlerin yüreklerini pamuğa çevirirdi. En kalpsiz eşkıyaları köle eder, dilden dile düşürürdü. Filizkıranı ateşti sürgünün vesselam. Ve her mahpusluk bu ateşe muhtaçtı özgürlüğüne kavuşmak için. Hem özgürlük hem mahkûmiyetti Filizkıran. Ve en nihayetinde intiharın bir başka adıydı.
Köy ahalisi fütursuz sevinmişti aylardır. Hayırsızdı ya, ne hali varsa görsündü. Üç mevsim sonra bir deli geldi asasıyla. Köy meydanı merak kazanı oldu kaynadı. En son üç aylık mesafede görülmüş Civan. Bağbozumuymuş. En son koynundan çıkardığı üç parça kefen beziyle görünmüş. Kefenine saramadığının ayakları altına sermiş kefenini…