Çok yoğun günler geçiriyordum. Kentin gürültüsünden, yoğunluğundan kurtulmak ve kitapların zihnimi yormasından dolayı bir soluk almak üzere kendime bir çay ocağı bulmuştum. İki günde bir muhakkak uğrar, 3-4 çay içip etrafın sessizliğini dinlerdim. Buraya en çok da bu sessizlik için gelirdim. Önce camiye uğrar namazımı kılar, ardından caminin bu çay ocağında soluklanır, ihtiyarların her birinin duruşlarıyla anlattıkları hayat hikâyelerini dinlemeye koyulurdum.
Çay ocağının müdavimlerini az çok tanıdığımı zannediyordum. Ta ki o gün o yaşlı amcayı görünceye kadar. Sanki görmüştüm, sanki görmemiştim. Tereddütteydim. Birden onu izlediğimi fark ettim. Yaşlı amca cebindeki köstekli saate bakıp duruyordu. Başını kaldırıp gözlerini uzağa dikti, sanki uzaklarda bir yerde bir atletizm yarışı vardı da bu amca o yarışta dakikaları sayıyordu. Ama ne bir yarış vardı ne de o yaşlı amca o yarışın dakikalarını tutuyordu. Onun tuttuğu dakikalar daha farklı bir şeydi.
Bir süre daha onu izleyince o yaşlı amcanın yanına birinin geldiğini fark ettim. Diğeri de en az o yaşlı amca kadar yaşlıydı. Saçları kırçıllaşmış, ensesini kapatan saçları ve gözlerinde güneş gözlüğü vardı. Güneş gözlüklü yaşlı amca önce selam verdi, bastonunu sandalyenin yanına koyup oturdu. Aralarında bir muhabbet başladı. Güneş gözlüklü ihtiyarın oturan yaşlı amcayı tanıdığı belli ki ona “Çok uzun zaman oldu. Değişmişsin. Seni böyle görmeyi hiç hayâl etmemiştim” dedi. İlk oturan onu tanımamış olacak ki “Çıkaramadım. Tanışıyor muyuz?” dedi. Bu muhabbet nereye gidiyor diye daha meraklanıp sandalyemi onları duyacak şekilde yakınlarına getirdim.
İki yaşlı ihtiyar biraz daha konuşarak birbirlerini tanıdılar. O an ben de bu iki ihtiyarın kimler olduğunu öğrendim. Uzun zamanlar birlikte eylemlerde omuz omuza yürüdüğümüz, uzun uzun konuşmalar yaptığımız, erdemli bir dünya düşleri kurduğumuz Aydoğan K ile Sulhi C idi bunlar. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Paris’e taşındığım günden beri görüşmemiştik onlarla. Ne kadar da yaşlanmıştılar.
Yanlarına gitse miydim, ben Bilal C dese miydim? Ya bana neden arayıp sormadın demezler miydi? Aklımda bin bir soru dolanıyordu. Cesaretimi toplamaya çalışıyordum. Ya Sulhi C beni yine eskisi gibi sözleriyle dövse ne yapardım. Bunu kaldırabilir miydim? Suçluydum evet. Bunu kabul ediyordum. Ayağa kalkıp onlara doğru yöneldim. O sıra güneş gözlüğünü hiçbir zaman çıkartmayan Aydoğan K ayağı kalkıp gidiyordu. Onu çay ocağının dışında anca yakalayabildim.
Abi…
Sen kimsin?
Ben Bilal C.
….?
Tanımadın mı abi?
Yaşıyor musun sen hâlâ?
Oturalım mı?
Olur. Sulhi de burada.
Sanki aradan yıllar geçmemiş gibi davranıp Aydoğan K ile Sulhi C’ye doğru yürümeye başladık. İkimiz de tuhaftık.Sulhi C bizim geldiğimizi görünce o da tuhaflaştı. Ayağı kalktı. Sarıldık. Şaşkın gözlerle bana baktı. Aydoğan K’ya baktı. Aydoğan K’ya sarıldım. O da şaşkın şaşkın gözlerini dolaştırmaya başladı. Oturduk. Uzun uzun konuştuk. Neler yaptıklarını, benim neler yaptığımı konuştuk. Çocuklarımdan bahsettim. Sulhi C ile Aydoğan K’nın eserlerinin hepsini okuduklarından bahsettim. Hüzünlü hüzünlü gülüştük. İkisi de gözlerini sanki arşa dayamış, başka bir buuddan haber alır gibi çocuklarının olmadığını söylediler. Benim gözlerim önüme düştü.