Sen bana gülümsedin ve bilmiyordun
Benim nasıl bir korkuyla, endişeyle
Komşunun bahçesinden elmayı çaldığımı
(İranlı Şair Hamit Musaddik)
Rüştü gözleri neredeyse heyecandan yerinden fırlayacak bir halde yanımıza geldi. Oğlum, dedi. Sonra konuşamadı. Yanımıza kadar koşarak geldiği için nefes nefese kalmıştı. Ellerini dizlerine koyup nefesini toparlamaya çalıştı. Bir ara, çok fazla açık kaldığından ağzının suyu betona aktı. Topa pisburun vurmaktan önündeki dikişleri atmış ve ayak başparmağı ayakkabının dışına çıkabileceği rahat bir alan bulmuş olan sağ ayağıyla, ağzından damlayanları sildi. Oğlum, dedi. İkinci kez “oğlum” dediğini o da biliyordu ama araya nefesler, ağızlar ve ayaklar girince sözü baştan almak istedi. Oğlum, dedi hepimize. İki aşağı mahallede etrafı duvarlarla çevrili, bahçeli, iki katlı evlerin bulunduğu bir mahalle gördüm.
Fuat gözünü Rüştü’nün ayakkabısı içinde oynayıp duran parmağından zar zor alarak oğlum, dedi. Emlakçı gibi ne konuşuyorsun! Bize ne evlerden?!
Rüştü birkaç kez yutkundu. Yutkununca sesi hafif değişti. Sesinin değiştiğini anlayınca birkaç kez de öksürdü. Sesinin düzeldiğini düşünerek söze girdi. Oğlum, dedi. Mesele evler değil, bahçeli diyorum. Bahçeli. Meyveleri bir görseniz dalları duvarları aşmış. Yollara sarkıyor.
Fuat’ın gözleri büyüdü meyve sözünü duyunca. Bahçelerinde meyve ağaçları olan evler. Kendimizi mahallenin girişinde bulduk. Bu hem sıkıntıdan patlayan bizler için yeni bir macera demekti hem de meyve ağaçlarından topladıklarımızla karnımızı ağrıtacaktık. Göz hakkı, diyorduk ama kör nefsimiz göz hakkından ne anlardı ki! Herkes ağaçlardan sarkan meyvelere bakıyordu. Gözüm meyvelerden evlere kaydı. Rüştü’ye dönüp oğlum, dedim. Köpekmöpek olmasın buralarda. Yok yere maraza çıkmasın. Kuduz oluruz sonra. Babam söyledi. Göbekten yapıyorlarmış kuduz iğnesini.
Rüştü kendinden emin bir şekilde kaşlarını “yok” manasında kaldırdı. Baktım iyice, ses seda yok.
Hemen bir kura çektik ve evleri belirledik. Herkes sessizce girdiği evden meyveyle çıkacaktı. Kimsenin hata yapma gibi bir lüksü yoktu. Çünkü bizim mahallede hata yapanla en az bir hafta dalga geçilirdi. Bana diğer evlere göre duvarları daha yüksek, biraz daha korkutucu bir ev çıktı. Masallardan duyduğumuz simsiyah şatolara benzettim evi. Bahçedeki ağaçların dalları evin görünmesini engelliyordu. Perdeler sıkı sıkıya kapanmıştı. Çatıya yakın bir kısımda üçgen bir bölüm, bir çatı katı vardı. Tek pencereli. Üçgen pencere açıktı. Bahçedeki ağaçların gölgesi evin üzerine yığılmış tüm evi sarmıştı. Bir de köpek sesi duydum. Ya da o korkuyla ben inandırdım kendimi böyle bir sese. Ev, adım attıkça kötü bir rüyaya dönüşüyordu. Korktum. Ama vazgeçersem bir hafta boyunca mahallede alay konusu olurdum. Bu daha korkunçtu. Ben de kabullenmeyi seçtim. Adım atmaya çalışırken diğer arkadaşlarım çoktan ganimet toplamaya gitmişlerdi. İşin garibi yaklaştıkça ev daha da büyüyordu gözümde. Ağaçlar gökyüzüne doğru uzanıyor, kara bulutlar yığılıyordu, az önce duyduğum köpek havlaması ulumaya bırakıyordu yerini.
Kapıdan girmek gibi bir şeyi düşünmedim bile. İçerden gelen seslerden sonra böyle bir ihtimali düşünmek saçma olurdu. Bir elma ağacı vardı bahçede. İşte o elma ağacı olmasaydı ne seni görecektim ne de kollarım ve bacaklarımdaki yara izleri olacaktı. Duvarın dibine geldiğimde başımı yukarı kaldırdım. Yamuk yumuk taşlar ve çimentodan oluşmuş bir duvar. Taşların kuytularına ayaklarımı koydum, ellerimle kendimi yukarı çektim. Biraz zahmetli oldu. Tek seferde çıkamadım. Birkaç kere yerde buldum kendimi. Duvarın üstüne çıktığımda ise kan ter içinde kalmıştım. Yüzüme akan teri tişörtüme sildim. Ağaca baktım tekrar. Bana doğru gelen dallardan bize yetecek kadar elma toplayabilirdim. Biraz öne doğru uzansam tüm bedenimle, birkaç dakikamı alırdı. Sonrası kolay, duvardan atla, arkadaşlarının yanına dön. Ama gözlerim ağacın tepesindeki elmaya takıldı. Kıpkırmızı, büyük, parlak. Elmanın çekim kuvvetine girdim bir anda.
İlk başta kollarımla ağacın herhangi bir dalına ulaşmaya çalıştım. Olmadı. Ayağımı uzattım belki basabilecek sağlam bir dal bulabilirim diye. Olmadı. Aslında tek yol vardı bu ağaca ulaşabilecek. Onca ağaca çıkmışlığın verdiği tecrübe ile söylüyorum bunları. Ağacı görür görmez aklıma gelen tek yoldu ağaca doğru atlayıp gövdesine veya herhangi bir dalına sarılmak. Ama kendimi aşağıda bulabilirdim. Bile bile başka yollar denedim. Atlamaktan başka çare yoktu. Duvarın ucuna kadar gelip kısacık yerde hız kazanmaya çalıştım. Atladım. Gözüm kapalı, nereye tutunduğumu bilmeden sarıldım ağacın dalına. Birkaç daldan yara aldım. Çarptığım bir iki elma yere düştü. Şimdi, dedim perdeler açılacak ve yakalanacağım. Ama kimse çıkmadı. Elma ağacın en tepesindeydi hâlâ. Gittikçe daha iri, gittikçe daha kırmızı ve parlak görünüyordu gözüme. Sağ kolum kanıyordu.
Biraz daha gayret edersem ulaşacaktım. Etrafıma bakındım beni gören var mı endişesiyle. Güç bela ağacın tepesine doğru hamle yaptım. Elimi uzatsam koparacaktım elmayı. Üçgen pencereden bir el uzandı. Bilekleri incecik. Elmayı kopardı. Diğer eli de yardıma geldi. Aynı incelik ile. İki el birden elmayı tutarken sarı saçlar aktı pencereden. Saçlarına mı tutunmalıydım, yoksa o elmayı almalı mıydım elinden. Elmayı yersen derin bir uykuya dalar mıydın? Bilemedim. Koptu elma, ben dalda asılı kaldım. Saçlarının arasından yüzün göründü. Sen bana gülümsedin ve bilmiyordun. Ben bu ağaca nasıl çıktığımı, daldaki elmayı, kolumdaki yarayı unuttum. Topladığım elmalar yere saçıldı. Sen elindeki elmayı bana uzattın. Elmaya baktım. Sana baktım. Elma benden uzaklaştı, uzaklaştı, uzaklaştı… Bir toprak kokusu sardı dört yanımı.
Ömer Can Coşkun