Ömer Can Coşkun, yeni bir hikâyesiyle yine aramızda…
***
Sabah kahvesinin odaya yayılan kokusunda yavaş yavaş uykusu açılıyordu. Gazeteleri gelmişti. Mutfaktan kahvesini aldı. Koltuğuna oturdu. Sakin bir Pazar günü bekliyordu. Bugünü evde geçirecekti. Kahvesini koklaya koklaya yudumladı. Gazetesini eline aldı. İlk sayfada göz gezdirirken “dünkü haberlerden başka yeni ne var ki?” diye söylendi. Kalın puntolarla manşete iliştirilmiş başlık dikkatini çekti: “Dünyamız Artık Daha Hızlı!”
Dünya hızlı mı dönüyordu?
Kahveyi masasına bıraktı. Perdeyi ardına kadar açtı. Dışarı bakmaya çalıştı fakat sadece karşı apartmanın balkonunu görebildi. Binaların yakınlığından hayıflandı içten içe. Balkon o kadar yakındı ki iki daire tek balkonu ortak kullanıyor hissi uyanıyordu insanın içinde. Gözü halen karşı binadaydı. Perdesi sonuna kadar açık bir odada kirli, eski moda, çiçekli nevresimin altında yaşlı bir adam yatıyordu. Önünde bulunan sehpanın üzerinde tepsiye konulmuş bir tabak çorba vardı. Çorbanın içinde kaşık… Göz ucuyla bakabildiği çorbaya uzanmaya çalışıyordu fakat ellerinin titremesine mani olamıyor, ulaştığı anda dermanı kesiliyor, kaşık elinden kayıyordu. Bir ara içeri orta yaşta bir kadın girdi. Tepsiyi aldı, yerine içinde çorba olan yeni bir tepsi koydu, gitti. Yaşlı adam yeni gelen çorbaya da aynı azimle ulaşmaya çalışıyordu.
Perdeyi kapattı. Merak bir kurt gibi beynini kemiriyordu. Üstünü değiştirdi. Arabasını alıp sokaklarda gezmeye, dünyanın hızlı döndüğüne dair bir işaret aramaya başladı. İnsan kalabalığının bir yere yetişmesi gerekmediği halde bir yere yetişiyormuş gibi hızlı hareket ettiği noktalardan birinde durdu. Etrafına baktı. Hep söylenen trafik çilesi doğruydu. Kaldırımlar dâhil. Birbirine çarpmadan ilerleyen muazzam bir sistem kurmuştu insanlık. Sistem hareket üzerine kuruluydu. Herhangi birinin hareketsizliği sistemi bozabilirdi, bozdu da. Merakla onları seyreden adama yanından geçenler çarpmaya başladı. Bazısı yüzüne bakmadan “özür” manasında elini kaldırıp yürümeye devam etti. Bazısı oralı bile olmadı. Ne kadar özür dilese de kimse onu duymadı. Hepsinin önemli gördüğü şeyler vardı ve bunlar küçük cihazlarda depoluydu. Herkes kulaklığını takmış birlikte hareket ediyordu fakat birbirlerini duymuyorlardı. Birlikteliğin mükemmel uzaklığında, hayat boğuluyordu.
“Bir işaret” diyordu adam “bir işaret” lazım. Yürümeye başladı etrafına bakarak. O da katıldı hareketli kalabalığa. “Hızlı dönüyorsa dünya çabucak güneş batmalı” diye düşündü. Gökyüzüne baktı. Güneş çoktan beton bloklar hapishanesinden tahliye edilmişti. Apartmanların izin verdiği ölçüde gökyüzünden hafif bir mavilik görebildi. Beton blokların arasından yayılan ultraviyole ışınlar insanları griye boyuyordu ve maalesef bunun bir kremi yoktu.
Sağ tarafında gördüğü bina dikkatini çekti. Bir huzurevinin önünde sandalyelere oturmuş huzursuz insanların onları huzura ulaştıracak umutlu bekleyişlerini gördü. İlk başta birbirleri ile sohbet ettiklerini sandı ama tüm sandalyeler ve gözler bahçe kapısına dönüktü. Kimi şimdi huzurlu bir ailesi olan küçük akrabasını bekliyordu. Kimisi huzuru ölümde arıyor, kapıdan girecek ölüm meleğini bekliyordu. Bahçe kapısının önünde bir araç durdu, kapı açıldı, huzur evine yeni biri katılmıştı. “Yakın” akrabaları elini öpüp “En kısa zamanda seni ziyarete geleceğiz” dediler. Araba uzaklaşınca gruba bir sandalye iki göz daha eklediler.
Yürümeye devam etti. İki adam, park yeri yüzünden kavga ediyordu. Kavga eden adamlardan biri yediği her yumrukta “Seni dövdüreceğim lan! Yüz tane adam yığacağım buraya” diye bağırıyordu. Hemen yan dükkândaki televizyonda iki ülkenin anlaşmazlığından doğan savaşta taraflardan birinin bilmem kaç bin askerle kara harekâtı başlattığı kamuoyuna saygıyla duyuruluyordu.
Okula giden çocuklar gördü, ilim müptelası olsun umuduyla. Okulun bahçesinde bir çocuk düşüp, titremeye, acı içinde bağırmaya başladı. Müptelalık ağır gelmişti bedenine. Cankurtaran geldi, çocuğu götürdüler. Bir binanın önünde herkesin görebileceği büyüklükte bir afiş gördü. “Çocuk Yetiştirmede Aile Bilincinin Önemi” konulu seminerin yapılacağı salon kapısı ağzına kadar açık ve salon dibine kadar boştu. Konuşmacı bir süre sonra kürsünün başında koltukları bilinçlendirmeye başladı.
İnsan kalabalığından iyice sıkılınca ara sokaklara girdi. Bir kadın çöp kutusunun başında elindeki poşete bakıyordu. Atacağı çöpe bu kadar uzun bakan birini ilk defa gördü. Birkaç dakika sonra poşeti çöp konteynırının yanına usulca bıraktı. Poşetin içinde iki aylık bebek mışıl mışıl uyuyordu.
Adam arabasını çalıştırdı, evine döndü, kapısını kapattı, kilitledi. Sehpanın üzerindeki kahveye baktı, soğumuştu. Isıtıcıya yeni su koydu düğmesine bastı. Su hafiften tıkırdamaya başladı. Koltuğuna oturdu. Gazeteyi kenara fırlattı. Pazarları bir daha gazete okumayacağına söz verdi. Magazin eklerini okumaya koyuldu.
Ömer Can Coşkun
5 Yorum