İş merkezinden çıkan genç, seri adımlarla bir an önce ulaşması gerektiği yere gitmek üzere dolmuş durağına doğru yol aldı. Aslında yürümek istiyordu. Kafasını, darma duman olmuş içini toparlamak adına düşünmeye ihtiyacı vardı ve bunu en iyi yürürken başarıyordu. Saatine baktı, yürürse yetişemeyeceğini anladı, derin bir of çekti. İsteksiz adımlarla durağın yolunu tuttu. Durağa yaklaşınca neredeyse kalkmak üzere olan dolmuşun şoförüne kendisini beklemesini işaret etti. Islık öttürmeyi bilmemesine en çok böyle zamanlarda hayıflanıyordu. Koştu. Nefes nefese bindiği dolmuşun her zaman yaptığı gibi en arkasına oturdu.
Ardından kendisinin teslim olduğu ya da kendisini zorla esir alan düşüncelerine gömüldü. İçinden “benden adam olmaz” dedi bunu der demez de dudağına bıkmış birisinin mimik hareketlerini andıran alaylı ifade yayıldı. Ne zaman sürekli dönüp saplandığı meselenin, manevi hayatında meydana getirdiği kısır döngüyü irdelese kendisine bu sözü söylerdi. Sanki içinde iki kişi yaşıyormuş da artık biri diğerinin davranışlarından, yanlışlarından sıkılmış onunla aynı ortamda kalmak istemiyormuşçasına haykırıyor ve isyan bayrağını çekiyordu. Bir yandan içindeki bu tarifi imkânsız tartışmanın gürültüsüyle uğraşan genç bir yandan da etrafını gözlemliyor, belki de kendini bu düşüncelerden alıkoyacak bir oyuncak arıyordu. Değil mi ki annesi küçükken onu hep böyle susturur, oyuncaklarını önüne koyarak ne için ağladığını unuttururdu.
Derken dolmuş yavaşladı. Biri inecek galiba diye düşündü. Ön tarafta oturan 70 yaşlarında bir dedenin söylene söylene dolmuştan indiği fark etti. İçindeki gürültüyü bastırıp dış dünyaya döndüğünde daha önce şoförle arasında nasıl bir konuşmanın geçtiğini anlamadığı yaşlı adamın: “Ne binecem be bundan sonra taksiye biner giderim. Paraya kıymamak için canımdan mı olacam” dediğini duydu.
O bunu derken genç, bu adamın ağır aksak inişini süzüyordu. Gözü, yaşlı adamın süveterinde, sağ kolunun dirsek kesimindeki deliğe takıldı. Kendine dönüp “Bu adam da ben gibi söylediği ile yaşadığı birbirini tutmuyor” dedi. Bir müddet daha geçmişti ki içeri büyük bir hızla en fazla 11 yaşlarında bir erkek çocuğunun girdiğini ve yaşlı adamın kalktığı yere oturduğunu gördü. Bu durum ona içindeki dehşetli tartışmayı unutturan olayı, düşündürdüklerini kesintiye uğratarak, onu elinden oyuncakları alınmış bir çocuk haline sokan ilk düşüncelerine geri götürdü.
Daha kendi içindeki döngüyü kavrayamamış olan genç adamın aklı, dolmuştaki döngüye takıldı. İçindeki ikili yine konuşmaya başlamıştı işte. Biri diğerine bilmiş bir tavır ve hafif bir tebessümle “yine bir kısır döngü” diyerek olaya nokta koymaya yeltendi ki ikisi aynı anda bir şeyi fark etti. Uzun bir aradan sonra ilk defa içindeki ikilinin düşüncelerinde tevhidi sezdi. Kendini toparladı, duruşunu düzeltti. Nasıl ki namaz için bir ön hazırlık safhası olarak abdest varsa onun için tefekkür adına da böyle bir şey olması gerekirdi. Bu da en azından duruşunu düzeltmek olmalıydı. Durdu ve düşündü. Dolmuş içindeki bu döngünün kısır döngü değil gayet doğurgan bir döngü olduğunu fark etti. İçinde birlik olan seslerin “Nasıl?” diye sorduğunu işitti. Genç adam içine döndü ve büyük bir heyecanla konuşmaya başladı.
Kendini söylediklerine kaptırmış, nerde olduğunu unutmuştu. Farklı bir düzlemde içine bir elbise biçmiş, onu karşısına almıştı. Konuşmaya devam ediyor sanki dolmuştakilerden farklı bir iklimi soluyordu.
Düşündükçe içindeki zaman ve mekân kavramının genişlediğini hissetti ve bundan büyük bir haz duydu. Artık gerisini bu düşünceden yola çıkarak kavrayacağına kanaat getirdiği iç dünyasını ikna etmeyi bir yana bırakıp sadece düşünmeye devam etti.
İç dünyasında kısır olarak tanımladığı manevi döngüyü düşündü. O halde bu da doğurgan bir döngü olmalıydı. Manevi hayatındaki döngüyü, bir çeliğin kabuğunu çatlatmak için onu döven bir çekice benzetti. Evet, çekiç sürekli inip kalkacak ve aynı mekânda aynı görevi yapacaktı lâkin eda edilen vazifelerde zaman farkı vardı. Öyle ki çekiç belki 99 defa çeliğin tepesine inecek, 100. defada istediğini elde edip kabuğunu çatlatacaktı. Bu durumda çeliğin kabuğunu çatlatan sadece 100. vuruş değil o inip kalkan 99 vuruşun ayrı ayrı her bir katkısı idi. Yani manevi hayatımızdaki her bir döngü çekicin her bir vuruşta çelikte bıraktığı etkiyle aynı mahiyetteydi. O bu düşüncelere dalmışken şoförün sesi ile irkildi.
– Sen nerede inecektin yavrum?
– Ah! Burada…
Alelacele hareket ederek toparlandı. Ve şaşılası bir çeviklikle dolmuştan indi. İnerken dolmuş şoförünün tebessüm ettiğini gördü. O da tebessüm etti. Artık orta denecek yaşı çoktan geçmiş olan dolmuş şoförünün içinden “Ah gençlik hangi mevsimsin sen?” diye söylendiğine emindi. Hatta bu konuda herkesle iddiaya bile girebilirdi. Başını salladı, uzun bir “aman” çekerek omuz silkti ve eski düşüncelerine geri döndü.
Bu arada eve giden toprak yola girmiş, küçük adımlarla ilerliyordu. Aklındaki düşünceleri eve varmadan bir sonuca bağlamak istercesine tüm meseleyi tekrar ele aldı. Bu sefer etrafında kimsenin olmamasının verdiği rahatlıktan dolayı kendi kendine mırıldanmaya başladı:
– Önemli olan çeliği çatlatan 100. vuruşu, yaşayacağımız zaman zarfına sığdırabilmektir. Sığdıramasak bile o çekici, o örsün üstüne indirip kaldırmaktan imtina etmeden yaşamak ve bu çabayla ölmek gerekir.
Ah şu tefekkür nasıl bir lezzetti. Doğrudan ummana açılan bir kapı değil de, hep dehlizden dehlize açılan, her yeni dehlizde ummana ait farklı emareler barındıran bir kapı gibiydi.
Ümit Özyavuz