Kerim Kolat, öyküleriyle bizi kanırtmaya devam ediyor.
***
Yılın ilk karı düştü. Aralıksız tam üç gün sürdü ve her şeyi beyaza bürüdü. Yollar karla dolu. Gece itibari ile peyderpey dinen yağış, yerini şimdi ayaza bıraktı. Hava o derece soğuk ki, çatılardan sarkan buz kütleleri, bazı evlerde pencerelerle birleşmiş. Bacalardan süzülen dumanlar, meydanda yoğun bir kütle oluşturuyor. İnsanlar gerek duymadıkça dışarı çıkmıyor. Birkaç hafta öncesine kadar hareketliliğinden bir şey yitirmemiş olan sokaklar, mesainin başlamasına az bir zaman kala, birkaç çöpçü ve seyyar börekçi dışında bomboş. Caddede ağır ağır ilerleyen otomobillerin çıkardığı egzoz gazı, henüz ateş püskürtmüş ejderhaları andırıyor. Evlerin arasından kar küreme araçları geçiyor.
Yılların verdiği bir heyecanla izliyor doğup büyüdüğü ve bir ruhî yıkım sonucunda bırakıp gittiği yerleri.
Evin önünde, geniş bir meydan ve meydanı çepeçevre saran dükkânlar var. Tek katlı, yan yana dizilmiş eski dükkânlar… Birbirine sımsıkı sarılmış, tarihîn tanığı heykeller gibidirler. Biraz tarih bilip, bu gözle baksanız; çok değil yüz sene öncesinde bu sokaklarda yürüyen Halvetî dervişlerinin tespih şıkırtılarını duyabilirsiniz. Eski olmalarına rağmen bugün hâlâ çalıştırılmaktadır. Yok yoktur; terzi, kasap, bakkal, iplikçi, ekmek fırını, manav, mobilyacı, kuru temizleme, nalbur, müteahhitlik bürosu, gazete bayii… Toplu yapıldığı için, dükkânlar birbirinin tıpkısıdır. Farklı olan tek şey, bazılarının yeni boyanmış pervazları, bazılarınınsa henüz değiştirilen kapılarıdır. Bu çarşıda esnafın çoğu nam sahibidir. Kalaycı Ömer’in oğlu Kerim, aynı zamanda Ticaret Odası’nda görevlidir. Hocanın Necip ise şeyh torunudur. Dedesinden, kendisinin el aldığı söylenir lâkin o hiç oralı değildir. Dünyaya meyyali daha ziyadedir. Şehrin kuzeye doğru büyümesiyle işler biraz kesattır. Yeni yetme tüccarlar devasa mağazalar açarak kuzeye ilerlemiştir. Ne olursa olsun, eski toprak bu çarşıyı unutmaz, gelir, gider, sürekli ihtiyacını buradan temin eder.
…
Vakit ilerlemesine rağmen, sadece çayhane de bir hareketlilik var. Bu çayhane babasının her sabah uğrayıp, demli bir çay içip işine gittiği yer. Ocakçı, dükkânı henüz açmış, çayı demlemek üzere kazana su çekiyor. Mehmet amca hâlâ hayatta ve burayı çalıştırıyor. İşte birisi çıktı dışarı, elinde birkaç poşet var. Uzun boylu, yapılı bir adam. Gür bıyıkları dudaklarından aşağı hafif sarkık, mavi önlüğünü giyinmiş. Yakışıklı ve diri, işine-eşine sadık, fedakâr, ekmeğini taştan çıkaran, harama gözü kaymayan bir tip.
Kazanı ateşlendikten sonra, akşamdan hazırlamış olduğu sobayı yakacak. Dolu çöp kutusunu boşaltacak. Acelesi var. Birazdan diğer dükkânlar kepenk kaldıracak, simitler, börekler hazırlanıp, birkaç esnaf bir arada kahvaltısını yapacak. Ve çay olmadan boğazları ıslanmayacak.
…
Sobayı bir çırpıda tutuşturdu. Çöpleri boşaltırken işine gitmek üzere evinden çıkan adamla uzaktan selamlaştılar. Bu Cafer Efendi olmasın, ne kadar da yaşlanmış! Kim derdi ki demirci Cafer Efendi yıllar geçip de böyle bir deri bir kemik kalacak. O denli zayıf ki, paltosu omuzlarından aşağı kayıyor. Kara hazırlıksız yakalanmış olacak ki kunduraları buzda kaydı. Yalpalayarak yürüyor. Bunu gören ocakçı; “Dükkânın önüne biriken karları temizlememem lazım” diye düşünmüş olacak ki küreği kaptığı gibi işe koyuldu. Mahallenin adamı, çoluğu çocuğu düşüp zayii olmasın. Karı atıp, çayhanenin önündeki buzları da küreğin tersiyle kırdı mı, tamam.
…
Ekmek fırını çoktan açılmış, tekneci kahvaltısını yeni yapmış ki sigarasını tüttürüyor. Geceden başlarlar çalışmaya fırıncılar. Gün, onlar için herkesten önce başlayıp, herkesten önce sona erer. Fırının içerisi neşeli ve sıcaktır, -hırdavatçı başta olmak- üzere diğerlerinde üşürsünüz sabahın bu saatlerinde.
Soğuk kış günlerinde mahalleli ve esnaf, sabah gün ağarmasıyla başlayan dedikoduları burada sürdürür. Fırınlar her muhitin sır küpüdür. Muhitin dedikoducu karıları bile birçok haberi ekmek alma bahanesiyle burada dinleyerek öğrenir. Bazen çay ocakları dahi burası kadar dolup taşmaz. Herkes bir şeyler konuşur ama çoğu nihayetsiz sona erer sohbetlerin. Sadece, kürekçi tüm konuşulanları anlar. O da pek uyandırmaz kimseyi. Akşamüstü mahallede neler olup bittiğini en ince ayrıntısına varana kadar bilir. Belediye reisi nerede, camiden okunan salâ kimin, kimin kömürü azalmış, akşam hangi dulun kapısı vurulup kaçılmış… Hepsini duyar ve dinler kürekçiler.
…
Mahallenin köpeği kasabın önünde ayakta olduğu halde, hareketsiz bir şekilde önüne bakıyor, yorgun, burnundan dumanlar çıkıyor. Kasap geldi ve dükkânın kepengini büyük bir gürültü ile kaldırdı. Bu sese köpekte uyku mu kalır? Korktu, koşar adım, kuyruk aşağıda ara sokağa kaykıldı. Birazdan gelecek, her sabah olduğu gibi, kasabın fırlattığı kemiklerle karnını doyuracak emin olun. Biraz ilerden bir ses; “Hurdacı, hurdacıııııı.” Keskin, tok ve net. Tüm çarşıya, geldiğini haber verme amacında olan bu adam, kendisine birkaç beden büyük gelen, belden kemerli paltosuna sıkıca sarılmış, çöpten para edecek bir şeyler aranıyordu. Koliler, pet şişeler, teneke kutular… Bunların hepsi para eder. Arabasına ne kadar sığdırabilirse o kadar kârdır. Ekmek parası aşkına çalışıyor.
…
Bir süre pencereden meydanı izledi. Yıllardır tanık olmadığı bu ahenk, günün ilk dakikalarında ona moral olması için yetmişti. Bu yeni hayatı, -en azından bu yeni görüntüye alışana dek- cevapsız sorularla yorduğu ruhunu az da olsa dinlendirebilecekti. Mutfağa geçip sigara altı yapabileceği bir şeyler aradı. Masadan meyve suyunu alarak büyük bir yudum aldı. Şeftali suyu, rahatsızlık veren o kötü tadı almıştı. Elbiselerini giyinmek üzere odasına geçti. Koyu lacivert takımını dışarıdaki beyazlıkla uyum sağlaması için tercih etti. Boy aynasında son bir kez daha kendisini izledi. Bordo kravatının lacivert bir elbise üzerinde bu denli uyumlu olabileceğini hiç düşünmemişti. Paltosunu giyindi, atkısını boynuna doladıktan sonra çantasını alarak evden çıktı.
…
Hoş geldiniz ağabey. Ne içersiniz?
Bir çay alayım.
Çayhanenin içi 12 yıl sonra tamamen değiştirilmişti. Yerde yumuşak halılar, duvarlarda kupa şampiyonu takımın ilk on birinin bulunduğu fotoğraflar, mahalleye gelen bazı politikacı ve bürokratlar ile çektirilmiş fotoğraflar, eskimeye yüz tutmuş bir soba.
Buyurun efendim.
“Üveys” diyerek elini tuttu. Tanımadın mı beni, Halil ben. Terzi Cemil’in oğlu Halil.
Üveys bu muhitte pek fazla görünmeyen takım elbiseli yabancının çocukluk arkadaşı Halil olduğunu fark edince şaşkınlığını ve özlemini gizleyemedi.
Sarıldılar. Gülüşmeler, ara ara tekrar sarılmalarla hasret giderdiler.
Bir müddet sonra Halil ciddi bir ifade takınarak konuştu: “Kardeşim hayırdır, hangi rüzgâr attı seni buraya?
“Sıkıldım artık, döndüm kardeşim.”
“E peki burada huzurlu olabilecek misin? Biliyorsun çok büyük acılar yaşadın. Kaçtın gittin buralardan. Şimdi yeniden bir düzen kurabilecek misin?”
“Deneyeceğim. Yapacak başka bir şey kalmadı.”
“İyi bir mühendis olup, fabrikalarda çalışmaya başladığını duymuştuk. Ne oldu işinden mi oldun da geldin?”
“Hayır. İşim iyiydi. Çok da para kazandım. Ama her şeyin para olmadığını bir kez daha anlıyor insan. Doğduğun yerden kopamazsın ya işte öyle bir şey. Yıllarca acılarımla yüzleşmemek için kaçtım buralardan biliyorsun. Lâkin acılarmış insanı yaşatıp olgunlaştıran. Biz ise çareyi hep kafamızı kuma gömmekte aramışız.”
“Ooooo Bu Halil değil mi Cemil ağabey’in oğlu.”
“He ya. Maşallah ne kadar da değişmiş.”
“Selamun aleyküm paşalar.”
Babasının arkadaşlarından birkaç kişi yanlarına yanaştı. Halleştiler, dertleştiler. Halil’in geldiğini duyan herkes çayhaneye doluştu. Pideler yaptırılıp, tereyağı ve çömlek peyniriyle beraber kahvaltılar yapıldı. Yeniden görüşmek duasıyla esnaf işinin başına döndü.
“Üveys çok değişmiş buralar. Tanımadığım birçok insan var. Çoğu ölmüş, ölmeyenlerin yaşı almış yürümüş.”
“Öyle oldu Halil. Sen gittikten sonra bizim dönemimizden bir çoğu da buraları terk etti. Kimisi yurtdışına gitti. Kimisi senin gibi okudu. Kimisi ise ayda yılda bir gelir, kimse ne yaparlar bilmez. Fakire fukaraya yardım eder, çoluk çocuk giydirir giderler.”
Halil konudan biraz uzaklaşmış gibi başını önüne yıkmış yere bakınıyor derin derin düşünüyordu.
“Üveys yeri ve zamanı mıdır bilmiyorum ama Elif ne yaptı, evlendi mi, nerelerde şimdi?”
Üveys’in, çocukluk arkadaşının sormasından çekindiği soru da işte buydu.
Gözlerini kaçırdı. Genzini temizledi. Ellerini birleştirip birbirine sürdü. Başını kaldırıp derin bir nefes aldı.
“Halil, Elif sen gittikten sonra içine kapandı. Evden ayda yılda bir çıkar oldu. Cin çarpmış, hiç konuşmaz olmuş, geceleri sokaklarda tek başına geziyormuş falan dediler. Yemeden içmeden de kesilmiş bir süre sonra. Hacılara hocalara götürdüler. Bunlardan medet bulamayınca Ankara’ya götürüp doktor doktor gezdirdiler. Yaklaşık bir yıl sonra kanser illetine tutulduğu haberi yayıldı. Babası varını yoğunu kızının sağlığı için harcadı. Birkaç ay sonra da öldü gitti işte.”
Elif ile birbirlerini ilkokuldan beri sevmişlerdi. Oyun çağlarında hep birlikte oynadılar, beraber büyüdüler. İlk çiçeği ona hediye etmişti. (Bir daha da kimseye çiçek vermemişti zaten.) Ağlayarak, oynayarak büyüdüler, serpildiler. Lise son sınıfta Halil Elif’i istetmek için anne ve babasına konuyu açtı. Zaten aşkları dilere destandı, bilmeyen duymayan yoktu. O gece babasının emektarı, arabayla hayırlı işi bitirip, gençleri baş gözetmek niyetindeydiler. Lâkin hayat hayallerin dışında gerçekleşenlerden ibaretti. Hemzemin geçitte durmayan bir tren sağı solu dökülen arabayı hurdaya çevirip, hepsini sağa sola fırlatmıştı. Anne ve babasıyla kardeşi, gözlerinin önünde öldüler. Sonrasında acı tüm tanıdıkları sardı. Ne Elif’i istemeye gidebildiler ne de bir daha birbirlerini görebildiler. Halil psikolojik birçok sorun yaşadı. Yürüdüğü her yer, konuştuğu her insan ailesini hatırlattı ona. Bu acılarla daha fazla yüzleşip durmaktansa kaçmayı tercih etti. Arkadaşları, büyükleri onu gitmemesi için ikna etmeye çalıştılar fakat dinlemedi. Elif gün aşırı bir kez de olsa görüşebilmek için haberler uçurdu, lâkin kabul görmedi. Son bir hamle ile Elif bir mektup yolladı Halil’e. Sadece şunlar yazıyordu mektupta;
“Gidenler, bir gün dönmeye karar verirse…”
Hiç bir şey anlamamıştı. Anlayacak bir hali de yoktu.
Helallik dilemeden, el sallamadan, baba ocağını terk edip gitmiş soğuk bir Şubat akşamında.
“Mezarı nerede?”
“Şehir kabristanında.”
…
Kabristanlar, hayattan daha canlı ve gerçekçidir. Her şey olduğu gibi ayan beyandır. İçi neyse dışı o değildir ama. Süslemek, değiştirmek, kandırmak, olduğundan daha yüce ve güzel göstermek yoktur buralarda. Burada herkes uygun adım, ilâhi murada boyun eğip dizilmişlerdir yan yana. Ana-baba, bacı-gardaş, yetim- öksüz, zengin-fakir, tüylü-tüysüz hepsi bir arada. Herkes birer kefen getirmiş yanında, onu da toprak çürütmüş. Malı mülkü torun torba harcamış, tüketmiş. Ona ise Allah için yaptığı birkaç sâlih amel kalmış.
Sevdiğinin mezarına ufak adımlarla yaklaştı.
Bu soğukta cesetler üşümez miydi Allah’ım.
Paltosuna sarılmış, elleri cebinde…
Başını kaldırıp mezar taşına baktı.
Keşke gitmeseydi, keşke ölseydi de buralara yeniden dönmeseydi. Bir sur kenarında ölüp hiç kimseler bulamasaydı cesedini de öyle çürüyüp gitseydi.
Elif Gönen
Doğum: 1975
Ölüm: 1993
Altında bir yazı:
Gidenler, bir gün dönmeye karar verirse,
Yitip gidenleri ancak burada bulabilirler.
Bunu bilmeli ve gitmeli…