Anlıyorum. Klostrofobik bir durum ve bunu engellemeniz gerekiyordu. Kutu gibi bir alanda sabahın köründen gecenin karanlığına kadar kalacak kişi için; büfenin iç duvarlarına, rafların arkasına konulan aynalar mekânın geniş, ferah görünmesini sağlayacaktı. Eminim böyle düşünmüşsünüzdür. Anlıyorum. Gerçekten. Büfeden alışveriş yapacak insanları rahatlıkla görebilmek için hazırlanan pencere de tabiî ki rahatlatıyor insanı. Geniş ekran bir televizyon seyrediyormuş gibi hissediyorum çoğu zaman. İnsanlar geçiyor önümden, insan sanılanlar, insanlıktan çıkanlar, dükkânlardan çıkanlar, dükkânlara girenler, bir insanın hayatına girenler, o hayatın içine edenler, içine etmede ileri gidenler, geri gelenler… görünüyor gözüme birileri işte. Araçlar geçiyor sonra. O araçları da insanlar kullanıyor. Her halükarda insanlar geçiyor, insan sanılanlar, insanlıktan çıkanlar… daralıyorum çeviriyorum başımı. Bu sefer, yine aynalara çarpıyor gözlerim ki gözlerim çok güzeldir benim.
Anında alışveriş imkânı sunan, bir nevi gıda, gazete, dergi ATM’si gibi çalışan bu mekânda, ruh sağlığımız için, yani insanın bozulmadan var olduğunu hatırlayamadığı, korumaya aklının ermediği ruh sağlığımız var ya hani? Sağlık denince göbeğini, kaslarını, yağlarını anlayan insanoğlu için ne güzel düşünülmüş aslında. Sizi çok iyi anlıyorum. Hatta teşekkür bile edebilirdim. Bu fikri hayata geçiren arkadaşı bulur, elimde çiçekle (çikolata da götürebilirim aslında, büfede güzel çikolatalar var, çiçek çikolata gidince istemeye gidiyor gibi olur, bu yüzden çiçek yeter.) Helal olsun lan sana, diyebilirdim mesela. Gidebilir miyim? Kimi kandırıyorum. Kendimi kandırıyorum. Her gün yanımdaki yedek tabureye kendimden bir “ben” oturtuyorum, anlatıyorum yapamayacağım şeyleri, kandırıyorum onu. Kanıyor da. Gerçekten. Kendimden biliyorum. Tebrik etmek için elimi uzatsam elini uzatamaz, tedirgin olurdu karşımdaki. Hatta yarım yamalak bakardı yüzüme. Bakamazdı demeliyim. Bakılacak bir yüzüm yokmuş gibi davranırdı bana. Kibrinden değil, küçümsediğinden değil, büfeyi boş bıraktın oğlum ne işin var burada, hiç değil. Yüzümdeki yaralara bakınca midesi kalkardı da ondan bakamazdı.
Sadece göz denilen organı anladığımızda çok şey öğreneceğiz, biliyor musunuz? Mesela birine bakıyorsunuz ve mideniz oturduğu yerden, bana müsaade, diyerek kalkıyor. Kalktığı gibi dengeniz bozuluyor, dengenizi sağlamak için gözlerinizi başka bir yöne doğru çevirme ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü saniyeler içinde gözbebeğiniz ilk önce yüzüme odaklanıyor, odaklanırken küçülüyor, netleşiyor tüm yüzüm. Sonra yüzümün tamamından belli bir noktaya doğru tekrar odaklanıyor. Aniden genişleyip tekrar küçülüyor gözbebeği, sonra küçük bir sarsıntı yaşıyorsunuz. Netlik ve bulanıklık arasında gidip gidip geliyorsunuz. Tam bu sırada dengeniz bozuluyor, midenizin durumu malum. Tekrar bir noktaya odaklanmanız ve dengenizi sağlamanız ise başınızı başka yöne çevirmenizle gerçekleşiyor. Nasıl ama? Bu konuda çok tecrübeliyim. Göz göze bile gelemeden kırık dökük gözbebeği kasılmaları ile bana bakmaya(!) çalışan insanların davranışlarını saniye saniye inceleyebildiğim için bu kadar netim. Normalde birine dik dik bakınca kavga çıkar. Çünkü dik dik baktığınızı görebiliyordur. Ama bana bakamayan insanların üzerinde bir sürü göz izi bırakabiliyorum ben. Bu da benim süper gücüm. Gözlerimle insanların ruhlarının içine kadar girebiliyorum. Gözlerimi üzerlerinden çekmeden uzun uzun incelemelerde buluna… o kadar uzun sürmüyor. Çok durmuyorlar çünkü. Sonuçta uzaktan bile olsa yaraya tahammül edebilme eşikleri çok düşük. Öte yandan uzun uzun yanımda kalmalarına gerek yok. Ruhlarının, bedenlerinin tamamına yayıldığı söylenemez. Nereye kaybolduğunu bulmak zor oluyor bazen. Birkaç insanda bulamadığım da oldu, maalesef.
Lafı dolandırıyorum. Dolanacak fazla bir mekâna sahip değilim, ondandır. Rafları aynalı, önündeki geniş pencereden insanları seyreden büfe çalışanıyım sadece. Her insan gibi “sadece”yim ben de. Ama bir farkım var. Yüzümde iyileşmeyen yaralar ve bazı zamanlar nedenini bilmediğim, bilmek için çabalayıp en sonunda çaresizce yanımda devamlı mendil bulundurarak geçici bir çözümle gönül rahatlattığım (burada rahatlayan gönül etraftaki insanlara aittir, benimle ilgisi yoktur), yaralar arasından sızan akıntılarım var. Gülümseyemiyorum. Konuşmalarımı kısa tutuyorum. Buna mecburum. Yanaklarımdaki kaslar gerilmeye başladığında katılaşmış yaraların üzerinde tektonik hareketler oluşmaya başlıyor. Sonra kırılmaların etkisiyle bir fay hattı oluşuyor, sıcak su kaynağı yoğun ve yavaş hareketlerle yer çekimine karşı koyamayarak ilerlemeye başlıyor. Bunu görmeme gerek yok. Görmek istemiyorum. Hissedebiliyorum. Sıcak bir sıvı; tatlı ve sinir bozucu bir şekilde, dokunduğu yerde kaşıntı bırakarak kayıyor yanaklarımdan. Tırnakladığım anda, akan sıvının renginin kırmızıya döneceğini bildiğim için dokunmuyor, kaşıntının geçmesini bekliyorum. Dişlerimi sıkarak. Bir kâğıt mendil alıp yaranın üzerine bastırıyorum. Bundan sonraki hayatım, gelen müşterilere tek elle para üstü vererek devam ediyor. Peçeteyi ne kadar bastırdığım da önemli. Unutursam yapışan ve oracıkta sertleşen mendil parçasını alırken her şey en başa dönüyor. İşin daha kötü tarafı tüm bunları büfenin etrafını saran aynalardan, yani tüm kamera açılarından naklen seyrediyorum.
Bu nedenle büfedeki tüm ürünleri indirip her tarafı, günü geçmiş gazete kâğıtlarıyla kapattım. Mekân daraldı içim rahatladı. Yüzümün yansıyabileceği hiçbir şeyi kendime dönük bir şekilde bırakmamaya özen gösteriyorum. Telefonumu, yanağıma dayadıktan sonra ekranın üzerinde pütür pütür lekelerin kaldığını gördüğüm günden beridir kulaklıkla kullanıyorum. Tuş kilidini kapatmak yasak. Bir anda ekranda kendimi görüyorum. Büfeyi biraz daha karanlık bir hale getirmek için pencerenin etrafını ürünlerle kapatarak daralttım. Müşteri geldiğinde yüzüm pek seçilmiyor. Gerçi aldıkları ürünler dışında sadece elime bakıyorlar. Bazen içeri sesleniyorlar, bakar mısınız, diye. Bakıyorum zaten, sen bakamıyorsun, diyorum sessizce. Sonra bu söz komik geliyor; gülemiyorum, malum. Yedek taburede oturan “ben”in gülmesine izin veriyorum. Gülecek bir durum varsa yedek taburede oturan “ben” gülüyor uzun zamandır. Ama nasıl güzel gülüyor. Yüzünde yara izleri de yok. Pürüzsüz.
Çocukken yanıma gelmeye yeltenen akranlarım olurdu. Yaklaştıkça yüzümdeki yaraları fark eder, birçoğu yediğim çikolataların yüzüme bulaştığını düşünür, belki kendisine de çikolata verilir umuduyla hızlanır, yüzümdekilerin ne olduğuna anlam veremez, gerisin geri annelerinin yanına dönerlerdi. Sonra yere çömelmiş, başı önde kendi başına oyun oynayan çocuk hakkında soru sorarlardı annelerine. Sırtı dönük olduğu halde bir insanın dudaklarını okuyabildiniz mi hiç? Ben okudum. Hep aynı soru soruldu çünkü. Aynı bakışlarla bu sefer anneleri baktı yüzüme. Sonra ilk başta benimle ilgili birkaç söz edildi, üzülmemem için. Ama bir köşede tembihlendi tüm akranlarım: Yanına gitme, sana da bulaşmasın!
Annesinin yanında, kendisine çikolata alınmasını bekleyen ama bir yandan da sabırsızlandığı için zıplayan çocukla aramda sadece büfenin duvarı var. Annesi hangi çikolatayı istediğini soruyor. Bir kez değil birkaç kez tekrar ederek, hatta çikolatanın ismini şarkı yaparak, bağırarak, eğlenerek söylüyor istediği çikolatayı. İki tane alıyor annesi, yanına bir de içecek koyuyor kendisi için. Ne kadar oldu, diye soruyor. 22 yıl oldu o parktan çıkalı, diyorum. Efendim, diyor. 8 lira, diyorum. 10 lira uzatıyor, 2 lira geri veriyorum. Bir an yanlışlıkla eline dokunuyorum. Umursamıyor. Bozuklukları, bir daha arayınca bulamayacağı şekilde çantasına atıyor. Oğluna çikolatanın paketini açıp veriyor. Hava sıcak, hafiften erimiş çikolata. Uzaklaşırlarken annesi uyarıyor oğlunu: Küçük küçük ye, yüzüne bulaşmasın. Büfenin içindeki küçük buzdolabına her çikolatadan birkaç tane atıyorum. Erimesin çikolatalar, çocukların yüzüne hiçbir şey bulaşmasın.
Büfe bir inziva noktası oldu bana, hem insanların içinde hem de onlardan uzak. Hem hepsini görüyorum hem içten içe görmek istemiyorum. Arada kraker yiyerek (çok yavaş hareketlerle, çok çok yavaş yiyorum) seyrettiğim insanoğlunun beni hiç fark etmemesi ama benden alışveriş yapması tuhafıma gitmiyor artık. Çünkü ben de fark etmemeye başladım onları. Çok fazla yüz görünce bütün yüzler birbirinin aynısı oldu. Tüm insanlar birbirinin bir kopyası olunca hep aynı insan, aynı büfeden alışveriş yapıyor gibi hissetmeye başladım. Çekik gözlülerin kendi içlerinde ırklara ayrıldığını bildiğin halde, hangisinin hangi ırktan olduğunu bilememek vardır ya, işte tam da bunu yaşıyorum. Büfeden alışveriş yapmaya gelen kim olursa olsun, bana göre hepsi Çinli. Yani bir Çinli, her gün bu büfeden alışveriş yapıyor.
Aynı Çinlinin internette bir virüsün yayılmasına ön ayak olması hakkında haberler dolanıyor. Bu haberler de büfeye gelen insanlar gibi dünyanın dört bir yanına yayılmaya başlıyor. Irklar, renkler değişiyor, haberler değişmiyor. İnsanlar görünmeyen düşmanlarını görebilmek için gözbebeklerini küçültüyorlar, dengeleri bozuluyor. İnsanlar sokaklarda yerlere düşüyor. Düşene kimse yaklaşmıyor. Düşen kalkmaya çalışmıyor. Derken maske takma zorunluluğu getiriliyor. Virüse karşı mücadele veren insanları daha net seyredebilmek için ürünlerle daralttığım penceremi genişletiyorum. İnsanlar birbirlerine dokunmadan, yaklaşmadan yürüyorlar sokakta. Ters ters bakışmalar oluyor. Maskesi olmayana kızıyorlar. Kavgalar çıkıyor. Kavga ederken birbirlerine yaklaştıkları için ceza kesiliyor her birine. Büfedeki gazete kâğıtlarının hepsini çıkarttım. Maskemi taktım. Tüm gün insanların kaçışmalarını seyrediyorum. Yedek taburede oturan ve yüzünde yaraları olmayan “ben”, bir ara o kadar çok güldü ki oturduğu tabureden düştü. Ben gülemiyorum, malum. Mühim de değil artık. Alışverişe gelen bir bayan gözlerime dikkatle baktı bir süre. Parayı uzatırken, gözleriniz içi gülüyor sanki, dedi. Aynalardan yansıyan gözlerime baktım. Haklı, gözlerimin içi gülüyor. Hem de hiçbir yeri kanamadan.
Ömer Can Coşkun
3 Yorum