Birinci çocuk değirmen kurmuştu.
Parmak kalınlığındaki suyu oluğa bağlamıştı. Su oluktan dökülürken çerçöp pervaneyi döndürüyor, pervaneden sıçrayan damlacıklar kirpiklerine dokunuyordu.
Sonra çamurdan bir eşek yaptı. Eşeğin üzerine bir susam tanesi koydu. Bu ne dedim, bu dedi ihtiyar adamın eşeği. Ya üzerindeki susam? Yanaklarını çukurlaştırıp beyaz dişleri ile güldü. O da buğday çuvalı dedi. Gözlerinden yayılan sevinç parıltısı başımı döndürmüştü. Ama ihtiyar adamı göremiyorum dedim. Gülüşü minnacık billur kırıntısı kahkahaya dönüştü. Etrafa bakındı, bana sezdirmeden bir parmak çamur kaptı. Ellerini arkasına sakladı. Sonra eşeğin ardına bir küçümen çamur dikti. İşte, bu da ihtiyar amca deyip yüzüme baktı.
O küçümen balçık parçasının içinde bir insan gizli olduğunu ima ediyordu.
O zaman ben değirmene bir kez daha baktım. Düz damlı, çamur sıvalı bayağı bir su değirmeni idi. Etrafında salkım söğütler, servi kavaklar, kuşburnular, alıç ağaçları.
Yabani güllerin rayihası arasından kendime yol açarak suya doğru yürüdüm. Dibinde beyaz çakılların par par yandığı duru, serin bir su. Dayanmayıp başına çöktüm, ayakkabılarımı çıkardım, şalvarımın parçalarını çemreledim, içine girdim.
Bir anda nane, karpuz, çilek, kuş üzümü ve benzeri binbir koku, gün ışığı, güvercin kanadı, kuzu melemesi, ceylan ürkekliği, arı vızıltısı, alaim-i semanın yedi rengi içinde kalıverdim. Bir avuç su alıp yüzüme serpince zikir ilahileri her yönden boşalmaya başladı. Suya baktım ve çocuğun yüzündeki ifadeyi gördüm.
Bu ifade. Yani orada hem saklı, hem aşikâr olan şey. Yani ezelden beri bildiğimiz bir şey. Sonra unuttuğumuz o şey. Gülün yaprağı, kokusu, rengi, gövdesi, dikeni ile bize anlattığı, lakin bizde daha fazlası, asılı olan şey.
Çocukla birlikte değirmene girdik.
İhtiyarın buğdayını öğütmeye başladık. Taşlar arasına düşen her buğday tanesi bize dünyada başından geçen kısacık macerayı anlatıyordu.
Ben de kendi hikâyemi nakletmeye başladım.
Şöyle ki, hani efendim beni bir dağda bulmuştu. Dizinin dibine oturtmuş, mübarek eli ile sırtımı sıvazlamış, kalp gözümü açmıştı. Sonra beni posta layık görmüştü.
Ondan sonra neler oldu? Kitaplarda yazılıdır.
Efendimin elini tutup da onun görklü nazarını tevarüs etmiş değil mi idim – Hani nerde o baktığını gören bakış? Efendimin mübarek parmağını dilime sürtmesi ile hak söylemeye başlamış değil mi idin? Hani nerde o ifade, o lisan? Vakıa sükût etmek daha bir yakışık alır iken, ne idi o celal, o nutuk?
Etrafımı kesret halkası almış, kalabalıklar ağzımın içine bakar olmuştu. Güneşin göğsümün kıllarına nakşettiği beyazlık, atlas-u dibalar altında kirli sarıya çevrilmişti. Bu ne tombul ve parlak yüz. Bu hanımeli parmaklar benim mi acaba? Ya bu seksen okkalık vücut!
Değirmene kelebekler, tarla fareleri, nazlı üveyikler, çilekeş yük katırları, dulkarı yetimleri, seferberlik kalıntıları, kabına sığmayan delikanlılar, yanakları güz alması gelinler, borçlular-alacaklılar, iyimserler, kötümserler, hastalar, sağlar, hırlılar hırsızlar girip çıkıyordu.
Çocuğun izni ile sağları bırakıp hastaları, işleri yolunda gitmeyenleri, yüzleri bir gün olsun gülmeyenleri, hırsızları, ipsiz sapsızları, kenarda köşede kalmışları, yıldızı kaymış küskünleri ben karşıladım.
Yük altına girdim, dert dinledim, gözyaşı sildim, ayak kiri temizledim, naz çektim; boynu büküklerin boynunu, kalbi kırıkların kalbini sağaltmaya çalıştım. Terimin damladığı topraklar en nihayetinde mis kokmaya başladı. Bir leylek gelip başımda yuva yaptı. Sövene dilsiz, dövene elsiz oldu. Mağrur kalbi yumuşattım. Elif kaddimi dala çevirdim.
O zaman çocuk benim elime de bir tutam çamur verdi.
İkinci çocuk o nane kokulu suyun dağdan inip ovaya kavuştuğu yerde bir meyve bahçesi kurmuştu.
Yedi cins elma, dokuz cins armuz, bir o kadar vişne, kiraz, kayısı, ceviz yetiştirmişti. Kızılcıkların domur domur kırmızı dallardan sarkıyordu. İncirlerden bal damlıyordu.
Gelip geçenlerin, dertlinin dertsizin, yolcunun yolsuzun, güpegündüz istedikleri kadar alıp yedikleri bu meyve bahçesine vardığımda ikinci çocuk dut pekmezi kaynatıyordu.
Avuçiçi kadar bir toprak güveçe, bir miktar bulanık su koymuş, bir saman çöpü ile karıştırıyor; bir yandan da güvecin altına üfleyip duruyordu.
Selam verip yanına oturdum.
Bana pekmez ikram etti.
Şu bodur elmanın meyvesi kalbi kararmışlara, şu kara kiraz merhametten maraz olanlar, şu sulu şeftaliler ibadetten taattan beri duranlara, şu zerdaliler muratlarına ermemiş gün yüzü görmemişlere, şu ballı incirler de mal hırsından gözü dönmüşlere diye diye her bir ağacı ziyaret ettik.
Ben dahi o parmak kalınlığındaki suyun kenarına ikinci çocuk ile birlikte saman çöplerini bu cevizdir, bu da kiraz diye dikip durdum.
Artık rüzgârın anlattıklarını anlıyor, karıncaların söylediklerini duyuyordu. Ağustos böcekleri, kayısılar olgunlaşsın diye öterlermiş bunu da öğrendim. Ot biçtim, su suvardım, bel belledim. Gecenin kara çadırı altında yıldızları saydım. Parkalların, çiçeklerin, çimenlerin, böceklerin, suyun, havanın, toprağın, dağların, taşların, kurdun, kuşun üzerine çekilen örtüleri araladım. İçimin içinde sönüp küllenmiş ateşte bulunan o bir tek kıvılcım parladı. Aşkın alevi kalbin buzlarını eritti. Bu şifa bağının sahibi olan çocuk elveda deyip ayrılırken bana bir ufak saman çöpü armağan etti. Parmak kadar, kuru sarı, incecik bir saman çöpü.
Üçüncü çocuk suyun ovayı bir baştan bir başa dolanıp geçtiği düzlükte bir şehir kurmuştu.
Elindeki ucu sivri sopa ile toprağın üzerine çizgiler çekerek yolları açıyor, bu yolların kenarında kimi kare, kimi dikdörtgen çerçeveler çizerek bahçeleri, bağları, çarşıları, dükkânları belirliyordu.
Gecenin bir vaktinde şehre girdim.
Sokaklarda ne bekçi vardı, ne asker. Hiçbir evin kapısı kilitlenmemişti. Gece gündüz ahalinin üzerine rahmet yağıyordu. Her mahalle bir mektep, her fert talebe idi. Bilenler bilmeyenlerden mesul, güçlüler zayıflardan sorumlu idi. Hastalar hastalıkları için üzülmüyor, sağlar sağlık sebebi ile kasıla kasıla gezinmiyordu. İnsanların elinde para, mektupların üzerinde pul yoktu.
Kimse amir değildi ve memur da yoktu.
Bu şehrin bir kapısından girip, diğer kapısından çıkıncaya kadar bildiklerimi unuttum, unuttuklarımı hatırladım. Var olan varlığım yok olmuş, yoktan varedilmiş idim.
Oradan bize tayy-ı mekân nasip oldu.
Sarığımın arasına bir katmerli gül sıkışmış onu, yani ondan yayılıp duran rayihayı, o küçümen balçığa katıp, parmak kadar saman çöpü ile karıştırdım. Bu ıssız dağ başına bu tekkeyi kurup çattım.
O çocukların bakışlarından, gülüşlerinden, yüzlerinden, sözlerinden toplanıp gelen ne varsa, hayatımın bu son cüzüne, o ak sayfanın kenarına nakışlandı.
Esrarımın aslı budur.
Mustafa Kutlu
(Kaynak: İlkgençlik Çağına Öyküler-2, Haz: Selim İleri, YKY, 14. Baskı)